MEHMET AYCAN

MEHMET AYCAN

DÜNDEN BUGÜNE MİRAS

Hep deriz ya hep, "bizim zamanımızda...”

Ama her nedense o zaman neyse bir türlü çözemeyiz.

Sanki o zaman sadece bize aitmiş gibi konuşuruz.

Oysa zaman aynı zaman ve ortağı çok.

İşte ortak olan o aynı zamanda “o anı yaşayan herkes” bir anısını paylaştığında, dünden bugüne kalan bir mirası da aktarmış olur.

Miras diyoruz çünkü miras kullanıp kullanmamakta özgür olduğumuz, kullanmaya karar verdiğimizde de nasıl kullanacağımıza kendi başımıza karar verebileceğimiz çok özel bir devir işlemi.

İster hovardaca kullanır, mirası çarçur edersiniz ister sıkıca sarılır onu korur, yüceltirsiniz ve gelecek nesillere siz de aynen devredersiniz.

İşte yüzyıllara dayanan en önemli mirasımız da; toplumsal ve bireysel  dayanışmamız ile yine toplumsal ve aynı zamanda bireysel ahlakımız.

Bu miras bir milletin genel karakterini yansıtan en önemli tartı aleti ya da göstergesi.

Bizi derinden sarsan son deprem hadisesi bu miras konusunda bizim için bir gösterge oldu.

Dayanışma kültürümüz kısmen erozyona uğrasa da (kampanyaya katılıp para vereceğini söyleyen, sonra yan çizenleri kastediyoruz) halen diriliğini ve canlılığını koruyor.

Ammmaaa…

Derin bir ahlaki çöküş içinde de olduğumuzu da bu depremde iyiden iyiye tespit ettik.

Sokakta kalmış depremzedeler nedeniyle ev sahiplerinin hiç de azımsanamayacak bölümü açgözlülük edip kiralara akıl almaz zamlar yaptılar.

Depremzedelerin acılarından rant devşirdiler…

Elbette bunlar birer insanlık yüzkarası ve ahlak fukaraları.

Şimdi yine dönelim “o zamanlara...”

Eski valilerden Hüseyin Öğütçen’den ilginç bir anı. İşte o zamanlardan bugüne aktarılan bir ahlak öyküsü.

Bu öykü hem bizim gibi sıradan vatandaşlara hem de halen görevde olan ve de gelecek olan siyasilere çok önemli bir ders.

Okuyup pay alacaklara saygımız sonsuz,  “eh deyip” geçiştirenlere de derinden bir teessüf...

Anıyı okuyalım, öğrenelim, belki etkileniriz.

SENİN AİLE TERBİYEN NOKSAN…

 “Bizim üniversitede okuduğumuz 1940’lı yıllarda okul tatil olduktan sonra 15 gün askeri kamp vardı. Bize bir piyade tüfeği ile asker elbisesi verirlerdi.

1944 yılının haziran ayında Ankara, Söğütözü’nde Karabiberler Çiftliği'nde kampa çıktık. O zaman Ankara, Saraçoğlu mahallesinde biterdi.

Kamp komutanımız bir albay, yardımcısı ise Kurmay Binbaşı Sıtkı Ulay idi.

Kampa son gün, son saatlerde katılmıştım. Benim gibi geç gelenleri ayrı bir çadırda toplamışlardı. On kişilik çadırda konservatuvardan ve diğer fakültelerden öğrenciler vardı.

Yataklar dikim evlerindeki atölyelerde asker elbiselerinden artan kumaş kırpıntılarından yapılmıştı. Boyları 1,5 metre kadardı. Yatak içlerinde boş iplik makaraları, teller bile vardı.

Benim yatağımın yanında başka bir fakülteden upuzun boylu, ince yapılı bir arkadaş vardı. Dizden itibaren bacakları yatağın dışında kalıyordu.

İlk defa kaldığı böyle bir çadırda ve yatakta sabaha kadar uyuyamadığını sanıyorum. Zaten sonraki gün bu uzun boylu arkadaşımızı bizim çadırdan aldılar, yanımızdaki bir başka çadıra verdiler.

Bizim çadırımızda bir gece kalan uzun boylu arkadaşımız, bizim manganın yanındaki diğer bir manganın başında idi.

Çünkü manganın erleri boy sırasına göre dizilirdi. Fakat bu uzun boylu arkadaşımızın bulunduğu mangada şımarık bazı çocuklar vardı.

Manganın kıta çavuşu uzun boylu, yağız, doğulu bir delikanlı idi.

Mangaya doğu şivesi ile saka dün (sağa dön), sula dün (sola dön) komutu veriyordu.

Bir gün bu manganın çavuşu, mangasından biraz uzakta başka bir manganın kıta çavuşu olan hemşerisinin yanına gitmişti.

Mangadaki öğrenciler çavuşu taklit ederek doğu şivesi ile “saka dün, sula dün” diye yüksek sesle komut vermeye başladılar.

Mangada, çavuşu taklit etmeyen, doğru komut veren sadece bir kişi vardı.

O da manganın başındaki uzun boylu arkadaşımızdı.

Taklit edilmesine üzülen kıta çavuşu geri döndüğünde manganın başında bulunan uzun boylu arkadaşımıza, "Teessüf ederim. Senin aile terbiyen noksan” dedi.

Manganın başındaki uzun boylu arkadaşımız çavuşu taklit etmediği halde tam askerce bir selam verdi ve sesinin çıktığı kadar bağırarak: ”Özür dilerim. Bir daha yapmayacağım komutanım” dedi.

Herkes hayret ve şaşkınlıkla bu durumu seyrediyordu. Kendisine “aile terbiyen noksan” denilen uzun boylu arkadaşımız, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü idi.

Yine tüyleri diken diken eden bir başka anıyı da şöyle anlatıyor Öğütçen:

Kampla ilgili diğer bir anım da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü ile ilgilidir.

Kampın açılışından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü, at üstünde kampı ziyarete geldiler. Erdal İnönü kampın en uzun boylu öğrencisiydi.

Mevhibe İnönü, uzaktan oğlunu asker elbisesi ile görünce heyecanlanmış, İsmet İnönü‘ye dönerek “Bak Erdal orada” demişti.

İsmet İnönü başını çevirmeden “Onların hepsi Erdal” cevabını vermişti.

Kampı ziyaretin akşamı -ne de olsa ana kalbi- Mevhibe İnönü oğluna iki kuştüyü yastık göndermiş. Erdal İnönü’nün “Kamp asker ocağı sayılır, herkes aynı koşullar altında yaşamaya alışmalıdır, bu yastıkları geri götürün” dediği duyuldu.

xxx

Dünden bugüne bize kalan miras bu.

Ne kadar sahip çıktık diye sormamıza gerek var mı?

Bir de İstiklâl Savaşı kahramanı, Atatürk’ün silah arkadaşı İsmet İnönü’nün yaklaşımı…

Birileri ahlâken hâlâ aynı şeyleri söylemeye devam edecekler mi?

Sadece merak ettik.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
MEHMET AYCAN Arşivi