"Zatı şahanelerine arz ederim ki bu tarafta benden başka herkes ittihatçıdır."
1908 Temmuz’unda bir gün, Sultan II. Abdülhamit, Rumeli genel müfettişi Hilmi Paşa’ya, İttihad ve Terakki Cemiyet’inin faaliyetlerinin gücünü ve son durumunu öğrenmek için bir telgraf çekmiş ve karşılığında, “Zat-ı Hazreti padişahilerine bildireyim ki, bu bölgede benden başka herkes İttihat ve Terakki Cemiyet’ine dahildir.” yanıtını almıştı. Bu yazışma II. Meşrutiyet’in ilanından yaklaşık 10 gün önce gerçekleşmişti. O sıralarda özellikle İttihat Terakki Cemiyet’inin istibdat rejimi aleyhine en yoğun propaganda yaptıkları bölge olan Makedonya’daki Meşrutiyet yanlısı halk ve cemiyet üyeleri önüne geçilemez bir kuvvetle özgürlük için sokağa dökülmüşler, Kolağası Niyazi Bey Resne’de 400 kişilik çetesiyle dağa çıkmış ve Yıldız sarayına artık Meşrutiyet’in ilan edilmesi için yüzlerce telgraf çekilmekteydi. Bu yoğun kalabalığın isyanına sadece Abdülhamit’in 30 yıllık baskıcı rejimi sebep olmamıştı. O sıralarda halk ve özellikle Meşrutiyet’in ilanında önemli rolü olan “mektepli subaylar” Rusya ve İngiltere’nin Reval’de Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesini konuşmak için bir araya geldiğini öğrenmişler ve padişahın dışarıdan gelebilecek bir yabancı müdahalesine engel olamayacağı yönünde kanaat getirmişlerdi. Tutarlı bir doktrine sahip olmasalar da genel hatlarıyla liberal, özgürlükçü, rasyonalist ve adalet yanlısı fikirleriyle bir araya gelmiş olan Meşrutiyet (anayasa) yanlılarının bir ortak amaçları vardı, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü ve dışarıya karşı bağımsızlığını her koşulda sağlayabilmek. Bu yüzden bunu yapabilecek yeterlilikte görmedikleri padişaha karşı herkes diş bilemiş ve günü geldiğinde onu tahttan indirmenin hayalini kurmuştu. Neden sonra Meşrutiyet devrimine karşı ayaklanan tutucu bir grup tarafından gerçekleştirilecek olan 31 Mart Vakası’nı desteklediği bahanesiyle II. Abdülhamit tahttan indirilecekti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde neredeyse her sosyolojik tabandan üye barındırıyordu. İmparatorluğun uleması, dini tarikatların bazı ileri gelen üyeleri, Erbilli Mehmed Esad gibi Nakşibendi şeyhleri, Mevlevi, Melami, Bektaşi tarikatlarına mensup bazı kişileri, Abdülhamid’in kayırdığı alaylı subaylara karşılık üvey evlat muamelesi görmüş olan mektepli subaylar, Türk, Kürt, Arnavut gibi farklı etnik kesimlerden ve mülkiyeli memurlardan genç insanlar, şehirlerin her semtinden hiç umulmayan kimseler bu cemiyet etrafında toplanmış özgürlük için mücadele vermekteydi. Örgütün içine doğduğu bu renkli yapı, devrimin bir ulusçuluk mücadelesine dönüşmesini mümkün kılmadığı için Meşrutiyetçi paşalar mücadelenin şu aşamasında Türklük vurgularını geri planda tutmaktaydılar.
Yıldız sarayı, Rumeli’deki böylesi bir örgütlenmeyi kontrol etmek ve çıkan isyanları bastırmak için adamlarını Makedonya bölgesine göndermekteydi. Ancak İttihad ve Terakki cemiyeti padişahın ajanlarını teker teker öldürüyordu. Yine bir gün padişahın en sadık adamlarından olan Ferik Şemsi Paşa: “Zat-ı şahanelerine şunu bildirmek ve söz vermek isterim ki, isyan halinde bulunan bu subayları diri veya ölü olarak kökünü kurutarak bu büyük sıkıntıyı ortadan kaldıracağım. Allah’ın izni ve zat-ı şahanenizin buyruğu ve izniyle başarılı olacağıma inanıyor ve şimdi de Manastır’dan hareket ediyorum, o hayırlı emir ve ferman emir sahibinindir.” diyerek Enver ve Niyazi paşaları öldürmeye niyetlenmişti. Ancak bu telgrafı çektikten 10 dakika sonra İttihad ve Terakki yanlıları tarafından öldürülmüştü. Abdülhamit bu haberi aldığında uzunca bir müddet kendine gelememiş ve derin bir üzüntü duymuştu.
10 temmuz günü İstanbul’da gazetelerin yayınlanması gecikmişti. Manastır’da sevinç gösterileri yapılır toplar atılırken, İstanbul halkı birbirine gazetelerin neden çıkmamış olabileceğini soruyordu. Nitekim birkaç saat geç yayımlanan gazeteleri kapışarak alan halk bir bildiri ile karşılaştılar: “İrade-i Seniyye-i Hazreti Padişahi ile bundan böyle memalik-i Osmaniye’nin her tarafında meşrutiyet yönetimi kuruluyordu.”Sokaklar canlandı halk bu bildiriyi sevinçle karşıladı her yere bayraklar astılar. İnsanlar o günlerde Namık Kemal’in Vatan piyesini her zamankinden daha ilgili seyrettiler. Nihayet 4 Aralık 1908 günü büyük bir törenle Meclis-i Mebusan açılmıştı. Halk bu meydanı doldurmuş, fakat bütün caddeleri iki sıra dizilmiş süngülü askerler muhafaza altına almıştı. Saat sekizde yabancı ülke büyükelçilerinin arabaları, halkın alkışlarıyla askerin arasından geçerek Meclis’in kapısının önüne gelmiş, elçiler etrafı selamlayarak içeri girmeye başlamışlardı. Biraz
sonra milletvekilleri ikişerli, üçerli gruplar halinde gülümseyerek askerlerin arasından geçiyorlardı. Onların da halkı selamlayarak içeri girdikleri görülüyordu. Bu sırada askeri mızıka meşhur havaları, İzmir, Cezayir Marşlarını çalıyordu. Halk, milletvekillerini çılgınca ve yürekten gelen bir sevinçle alkışlıyordu. Nihayet padişah da meclise gelmişti. Halk onu da alkışladı. Abdülhamit meclise girip biraz dinlendikten sonra Meclis’teki locasına gitmişti. Daha sonra Abdülhamit’in nutku Başkatip Cavit Bey tarafından şöyle okunmuştu: “Tahta çıktığım sırasında belirtmiş olduğum Kanun-i Esasi’nin uygulanmasında bazı güçlüklere uğramış ve o zamanki devlet yöneticilerinin gösterdiği gerekçe üzerine Meclis-i Mebusan’ı geçici olarak tatil etmiştim. Bundan sonra ülkemin çeşitli bölgelerinde eğitimin ilerlemesi ve halkın yetenek ve idrakinin geliştiği anlaşıldığından, bu mutlu günde Meclis-i Mebusan’ı tekrar açma ve ülkemin her tarafında okullar kurulmasıyla arttırılmasına çalışılmasını uygun gördüm. İşte bu nedenle kararlılıkla Kanun-i Esasi’yi ilân ve seçimlerin ve Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağırılmasını emrettim.” sözleriyle Meşrutiyet resmen ilan olunmuştu.
Yazımı sonlandırmadan önce değinmekte lüzum gördüğüm birkaç husus var: İlk defa bir gazetede yazarlık deneyimi ediniyorum. Bu sebepten öncelikle bana tecrübelerin en kıymetlisini yaşama fırsatı sunan saygıdeğer gazeteci yazar Engin Köklüçınar’a teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca geçtiğimiz hafta Pazar günü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız dolayısıyla, bende bu hafta anayasa tarihimizin bir başka önemli devrimi olan Meşrutiyet’i anlatma ihtiyacını hissettim. Çünkü bu yazıyı yazmadan evvel okuduğumda bende derin etkiler bırakan Hüsamettin Ertürk’ün “İki Devrin Perde Arkası” ismiyle basılmış anıları elime geçti. Kendisi ve anıların günümüz diline sadeleştirmesinde emeği geçen Samih Nafiz Tansu, biz genç kuşaklara şöyle güzel bir mesaj bırakmış: Bu çalışma (…) gençler için üzerinde yaşadıkları bu ülkenin ne gibi zorluklarla bugünlere getirildiğini anlamalarını sağlamak; bu ülkeye hizmet etmiş olanların hatıraları için, toplumda duyulan saygıyı pekiştirmek, gelecek kuşaklar için, bu ülkeye hizmet edenleri toplum unutmaz algısını yerleştirmek, toplumların, en karamsar oldukları dönemlerde bile umutlarını yitirmemeleri gerektiğini düşündürmek amacıyla yapılmıştır.