YÜREK ÜLKESİ (2)
Peki bitti mi? Hayır tabi ki!
Harama nazar etmeyen; bakışıyla dahi incitmekten korkan; başkasının ayıbı, kusuru, hatasını ve dahi gözündeki çapağı görmek yerine kendi gözündeki dal budağa, yanlış ve kusurlara odaklanan, emredilenle meşgul olan; nimet olarak verileni külfete çevirmeden Rabbin yaratma kudretini seyre dalan bir göz lazım sonra.
Başka?
Abdest nurunu zayii edecek işlerden uzak duracak; yetim başı okşayacak, ihtiyaç sahibinin elinden tutacak; düşmüşe kol kanat gerecek, yolda kalmışa hami olacak, fukaranın karnını doyuracak, kimsesizin kesi olacak kısacası dünya hayatında etrafındaki herkese cenneti inşa edecek bir ele ihtiyacımız var.
Yalandan, gıybetten, dedikodudan, incitmekten kaçan; hakkı tavsiye eden; zikirle, ilimle,güzel sözle, hiçbir şey bilmiyorsa bile sükut ile meşgul bir dil sonra.
İlim ile abdest almış temiz bir akıl; üstü açık, kirlenmemiş, görüp akledebilen ve tanımasa bile dil, din,ırk, renk, mezhep, cinsiyet gözetmeksizin her yaratılmışın yarasıyla kanayabilen ve o yarayı sarmayı görev addeden bir vicdan da olmazsa olmazımız.
Ne kaldı geriye?
Kendisine cennet verilmese ve buna layık olamasa dahi, elinden iyilik yapmak, mahlûkata faydalı olmaktan başka bir şey gelmeyecek veya cenneti garantilese dahi oraya girerken yanındakine yol verebilecek; kötülerden olmaya kabiliyeti olmayan; bir tacir zihniyetiyle ne sevabı cennet arzusuyla işleyecek, ne günahtan cehennem korkusuyla kaçacak; cennet ve cehennemin tek sahibine duyduğu sevgi ve o sevgiden mahrum olma korkusu ile istese de günah işleyemeyecek, istemese de her halini ibadet zevkine bürüyecek bir gönle ihtiyacımız var artık.
Ama “akıllı” bir gönül olmalı bu. Cehalet engelini aşmış, feraset kapısını aralamış, basiret nasibine ulaşmış, marifet şerbetini yudumlamış olmalı.
Dünya için yapıldığı hissi veren en sıradan işlerini dahi “Rabbim beni görüyor” idraki içinde sağlam ve halis niyetle ahiret azığı yapabilecek kadar akıllı olması şart çünkü.
Yarın huzura vardığında azığı olmayana bir şey verilmeyeceğini, azığına güvenenin halinin bile harap olacağını; bu nasipdârlıkla aldığı her nefese layık olamayışının hüznü, hakkını veremeyişin ezikliğiyle iki büklüm olacak; yaptıklarına karşılık bir mükâfat beklemek edepsizliğine düşmek bir yana; iyilik yapabilenlerden ve hayırda kullanılabiliyor olmanın mükâfatların en büyüğü olduğunu bilerek bu pişmanlığına şükrünü katık edecek kadar “akıllı” olması lazım üstelik.
Yanlış bir iş yapan gördüğü zaman, ‘Rabbim bana verdiği nimetleri ona vermiş olsaydı belki de o benden çok daha iyi bir insan olurdu; onun imtihanı bana verilseydi belki de ben ondan daha beter bir hale düşerdim’ diye düşünerek, karşılaştığı herkesi kendisinden daha iyi bilecek; yine bir başkasının yanlışına vakıf olduğu vakitlerde, ‘şayet bu kusur bende de olmasaydı onu bu insanda görebilmem mümkün olmazdı’ şuurunda; bir başkasında gördüğü her yanlışta kendisinde düzeltilmeye muhtaç bir hal olduğunu fark edecek, kâinatta en ufak bir noksan göremeyecek kadar kâmil olma derdine düşecek şuurla yoğrulması da şart bu gönlün.
Kendisini bu bakışla daima kötülerden bilecek; “kötülerdenim” şuurunun iyilerden olmaya uzanan yol olduğunun, kötülerden olmaya aralanan kapının “iyilerdenim” zannına kapı açacağının da farkında olması lazım bu gönlün.
Başına bir musibet gelmediği, hastalık yahut dertle sınanmadığı, elinde ona ait olduğunu sandığı her şeyle imtihan edilmediği vakitlerde ‘acaba ne hata ettim ki Rabbim beni kendi halime bıraktı’ korkusuyla yüreği titreyecek; kendisine bir nimet kapısı açıldığı vakit ‘yoksa iyiliklerimin karşılığı bu dünyada mı veriliyor’ tedirginliği ile ödü patlayacak kadar da uyanık ve diri olması gerekiyor bu gönlün.
Yaratılmışlara nasıl muamele ediyorsa yarın hesapta da kendisine öyle muamele edileceğinin farkında; ancak yarın bana iyi muamele etsinler muhasebesi ile değil; güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez bilinci içinde “insan kalma çabasını” kendisine mülk, yüreğine yük etmesi de gerekiyor ayrıca.
Evet evet…
Bugün zulüm karşısında susan dilim ve bir türlü yerinden doğrulamayan ellerimin yarın aleyhimde yapacağı şahitlikle mazluma yardım etmek yerine ona vermeye çalıştığım aklımla da yüzleştirileceğimin bilincinde olarak; bu gözü, eli, kulağı, ayağı ve nihayetinde gönlü kelimelerin gücünde mi, tesbihlerin tıkırtısında mı, gafletin kucağında mı, arifin sükutunda mı, aşıkların nazarında mı, gecelerin koynunda yahut da gündüzün keşmekeşinde mi inşa ederim bilmiyorum.
Ama kendi adıma bulamadıkça huzursuz, olamadıkça mahzun, bazen bulmak diye bir şeyin olmadığını bilmekle, bazen olmak diye bir şeyin sonunun olmadığını sezmekle şaşkın; her şeyin içimizin dışındaki başka bir yerde bulmayacağımı anlayacak kadar dolanmış biriyim kendimi bulma yolculuğunda.
“Mazeretleri azaltmayan bilgi, ilim değildir” düsturunca kim bilir diyor aklım; rahmet bu belki de… Cahilken talime, suçluyken tövbeye, zalimken adalete yönelebilmek.
Öyle ya rızkın en basit tanımı bedeni besliyor, en geniş tanımı ise ruhu. İşte o an gökten inen yağmurun bedenin ihtiyaç duyduğu rızıklara vesile olmasına benzer şekilde İlahi hitap da ruha gıda oluyor belki de.
Kendini bulabilene selam olsun.
Müebbet Muhabbetle.
(Bitti)