SİYASİ TUTARSIZLIK, DEMOKRASİ VE SEÇİMLER
SİYASİ TUTARSIZLIK, DEMOKRASİ VE SEÇİMLER
II. Meşrutiyet ile toplumumuz seçim sandığıyla tanışmaya başlamıştır. “Talimat-ı Muvakkat” kanunu uyarınca –“sarayın gölgesinde” Meclis-i Mebusan seçimler yapılır. İki dereceli olan bu seçimlere kadınlar katılamaz. Vergi mükellefi olmayan seçmenlerin de katılmaları da yasaktır. Seçmen hakkına sahip vatandaşlar, mebusları seçecek seçmenleri seçer. Sonra, seçilen bu seçmenler de mebus adayları arasında meclise gidecek olanları seçer.
31 Aralık 1876 ve 31 Aralık 1877 tarihlerinde toplanan Meclis-i Mebusan seçimleri ile 1908’deki II. Meşrutiyet sonrasında da aynı seçim kanunu ile seçimler yapılmış. 4 Aralık 1908, Haziran 1912 (1913 ara seçim), Ocak 1914, 12 Ocak 1920 (İstanbul’da dağıtılan meclis) ve 23 Nisan 1920 (Cumhuriyet döneminin 1. meclisi) tarihlerinde toplanan meclisler için 5 kez seçim yapılmıştır.
1908 yılındaki seçime “İttihat ve Terakki” ile “Hürriyet ve İtilaf” fırkaları katılır. İttihatçılar seçimi kazanır. Hürriyet ve İtilaf fırkası sadece bir mebus meclise sokar. Ancak bağımsızlar, meclisin çoğunluk grubunu oluşturur.
1912 seçimine de aynı “İttihat ve Terakki” ile “Hürriyet ve İtilaf” fırkaları katılır. “Sopalı seçim” olarak tarihe geçer. 1914 seçimine ise, “İttihat ve Terakki” ile “Ahrar” fırkaları katılmasına karşın, 1919 seçimine çok sayıda fırka katılır.
1908 seçimi sonrasında İttihat ve Terakki’ye karşı liberal Ahrar, Hürriyet ve İtilaf fırkaları ile dinci İttihad-ı Muhammedi fırkaları ittifak kurar. Bu ortaklığın yarattığı cüretle 31 Mart 1909 irticai hareket ortaya çıkar. Sultan Abdülhamit ise, 1877’de olduğu gibi, Meşrutiyet ile Teşkilat-ı Esasi’yi kaldırmak için fırsat kolluyordu!
18 Ocak 1912 seçimi sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti şiddete başvurduğu için, “sopalı seçim” olarak anılır. İttihat ve Terakki fırkası 27, muhalifler 6 mebus kazanır. Fakat İttihat ve Terakki fırkası bununla yetinmez: Enver Bey liderliğindeki “fedailer” 1. Balkan Savaşı’nda kaybedilen Edirne’nin; hükümet tarafından barış masasında terk edileceği endişesiyle; Bab-ı Ali Baskını düzenler. Kamil Paşa hükümetini devirip Mahmut Şevket Paşanın Sadrazam olmasını sağlar.
Daha sonra, Cumhuriyet döneminde yaşanacak darbeler başlangıcı sayılabilecek bir hareket gerçekleşmiş olur.
1914 yılı başında yapılan seçimde ise, kapatılmaktan kurtulan muhalif Hürriyet ve İtilaf fırkası seçime girmez. Meclise İttihat ve Terakki Fırkası tek başına hakim olur. Kendisinin hükümet olduğu dönem başlar. Artık padişah ve müttefikleri ile köşe kapmaca oynama dönemi yaşanır; devletin çökmesini önlemek amaçlı son çareler (!) uygulanmaya konur.
Cumhuriyet döneminde ise; 1946 yılına kadar oluşan mecliste gruplar olarak belirlenen farklılık; çok partili sürecin başlamasıyla; demokrasi gerekçesiyle siyasette popülizm (halk dalkavukluğu) başlar. Siyahın beyaz, gerçeğin yalan, lakliğin dinsizlik olduğunu göstermek siyaseti yapılır. “Paşa” olarak anılan bir liderin asker kaçağı olduğu bile öne sürülen gerçek dışı söylemlerle halk kandırılarak oy toplamaya çalışılır.
Bu dönem siyasetçi ve yöneticileri; batan bir imparatorluğu kurtarmak için paralanarak Türkiye Devleti’ni kurmayı başaran kimseler oldukları için; daha devlet üzerine titreyen idealist kimselerdir. Ancak; çok partili yaşamla birlikte birçok siyasetçi; oy ve iktidar hırsıyla birçok değeri çarpıtmaya, eğip bükmeye başlar. Ve maalesef; devlet gibi gencecik olan çok partili sistem, daha başından itibaren yozlaştırılma sürecine sokulur. Daha kötüsü; askerin kışlasından çıkmasına bile neden olunur. Ve darbeler dönemini yaratılır.
1950 sonrasının siyasetçileri; ne Edirne’yi kaybetmemek için Babıali Baskını düzenlemek ve ne de devletin elden gitmesini önlemek için II. Meşrutiyet’i ilan ettirenler sorumluluğunu duymaz! Sadece gerçeklere düşman bir açgözlülük ve doymaz ihtirasla siyaset yapar. Küresel egemenlerin sırt sıvamaları ölçüsünde Türkiye’yi darbeler ve kardeş kavgaları içine sokar.
Bu anlayışın tipik göstergesi; “aynı yağmur altında aynı menzile yürüyen” bir hükümet ile gizli ortağının neden olduğu hain “Fetö darbesi” olur. Zira buraya; demokrasi nimetiyle İstanbul Belediye Başkanı olan siyasetçi; 1993 yılında gazeteci Nilgün Cerrahoğlu’na verdiği röportajda ifade eder: “Demokrasi bir tramvaydır; gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” demişti!
2016’daki hain darbeden sonra da; Ocak 2024’te tramvaydan indiğini, Diyanet İşleri Başkanlığının bir “mersiminde” şeriat tanımı yaptığı konuşmayla resmen açıkladı. Oysa memleketimizde “şeriat isteriz” sloganlı talepler, “31 Mart” ve “Menemen” irticai isyanlar ile yapılmıştı. Son bir hafta içinde de İstanbul Adliyesi içinde “şeriat isteriz” diyerek gösteri yapıldı. Ardından gelen Gebze’deki fabrikada alınan rehinler, Sarıyer’de Kilisede ibadet edenlere sıkılan kurşun ve şeriat bayrağıyla Filistin bahaneli Boğaz’da yapılan yürüyüş vb eylemler; şeriat istemlerinin yoğunlaşarak süreceği olasılığını güçlendiriyor. Yerel seçim sonuna kadar daha nelere tanık olunacağı belli değil.
Bütün bunlar, partili Cumhurbaşkanı’nın “trenden inme” eylemiyle eş zamanlıdır. Demokrasi olanaklarıyla demokrasinin yok edilmeye yönelik olduğu; “Anayasa, Anayasa” diyerek Anayasanın tepelenmek amacı güdüldüğü; açık seçik şekilde ortaya çıkıyor!
*****
1950 yılından sonra Türkiye’de yaşanan olaylar; siyasi parti yöneticileri için ibret olmamıştır. Oysa bilinir ki; geçmiş (tarih); ibret alınması için vardır. En büyük ibret verici belgeler de, kutsal kitaplarıdır.
Türkiye’de; özellikle “sultanizm” sisteminin yaratıcısı siyasetçiler de; tarihi ibret alınmak için değil; kin yaratmak ve kan davası gütmek vesilesi yapmaktadır. Doğal olarak ülkenin fikir özgürlüğünü ve ekonomik kalkınmasını dumura uğratmakta, iğdiş etmektedir. İttihatçıların “sopalı seçim” anlayışından daha beterine tanık olundu. Toplumsal barış ve hepsinden öte, umutlar yok edilmektedir.
Böylesi bir siyaset ile darbelerin yolu mu kapatılacaktır?
Yoksa kalkınma ve eşit üleşim sağlayıp toplumsal barış mı sağlanacaktır?
Kendi koyduğu yasalara bile, siyasi çıkarı nedeniyle uymayanların; tarih ve kutsal kitaplara uymakta veya demokraside samimi olmaları, elbette beklenemez.
Akşam söylediğini sabah inkar eden, mahallenin aşağısında söylediği yalana mahallenin yukarısında inanan, üç beş fazla oy uğruna her şeyi mübah sayan vb anlayış siyaset oluyorsa; Türkiye’nin üzerine çöken karabulutların nedenini aramak akıl işi olur mu?
Bu siyasete nereye kadar katlanılacaktır?
Örneğin “altılı” masanın ikinci acar liderini nereye koymak gerek? Yoruldukları yere han yapılmayınca gerdan kırıp bir ömür boyu kötülediği yola girenlere ne demek lazım? Her seçim öncesi ülkeyi sarsan IŞİD terörünü, faillerini affedip yurt dışına çıkmalarına göz yummak ile yeni terör estirilmesinin hoşgörüyle karşılanacağı mesajı verilir. Sarıyer’de kilise basarak ibadet edenlerin kurşun sıkılmasına cüret veriliyor. İntikam uğruna adalet katlediliyor. Demokratik Gezi eylemi bahanesiyle düşman ilan edilenler; Anayasaya darbe pahasına zindanda tutuluyor. Darbe karşıtlığı bahanesiyle 80-90 yaşı aşmış paşalar zindanda çürütülüyor. Fikir özgürlüğüne alenen pranga vuruluyor. Demokrasi ve siyasete duyulan umutlara su bağlanıyor vs.
Bütün bu antidemokratik “istibdat” yönetimi, demokratik siyaset oluyor!
Öyle ise; Erzurumlunun dediği gibi; “ört ki ölem.”