SİYASET, AŞİRET, DİYET - I (Gazetecilikte usul olmayan bir makale)
SİYASET, AŞİRET, DİYET - I (Gazetecilikte usul olmayan bir makale)
Dünyada hiçbir devlet Türkiye gibi başkalarının kusurlarını kambur gibi sırtında taşımıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, devamı olduğu devletlerden miras kalan günahların vebalini çekiyor; diyetlerini ödüyor!
Özellikle Osmanlı hanedanının evlatları olduğunu söyleyen günümüz hükümeti; vebal ve diyetleri güncelleştirerek halkın sırtına vuruyor.
Selçuklu Devleti’nden Osmanlı Devlet’ine taşınan hanedan saltanatı uğruna halkı feda etmek anlayışı; saltanatçı ulema ve işbirlikçi feodal artıklar tarafından yeni devlete taşınmıştır. 21 yıllık hükümet de aynı anlayışı ihya etmek için elden gelenin azamisini ortaya koyuyor. Demokratik bir ülkenin yurttaşlarını, saltanatın “reayası” cenderesinde tutarak, hanedan ile saltanatı hamasetle mazur gösteriyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; “düvel-i muazzama” tarafından tasfiye edilen “Hasta Adam” küllerinden doğdu. Fakat küllerin oluşmasına yol açan zaaf ve sorunları da miras aldığı ortaya çıkmıştır. Bu unsurların bazıları şunlardır:
. Faodal yapı : Ayan,ağa, bey, reis, şeyh, seyit vb. aynen sürüyor.
. Meşihat yapı: Dinciler, istirmacılar; askerlik ve vergi muafiyeti arayanlar; siyasetle bütünleşti.
. Saltanat Uleması: Hanedan ve saltanat savunucusu din adamları, artık otorite sahibidir.
. Meşihat yapısı: Tarikat ve cemaatler; artarak devam ediyor
Evrensel bir hümanizma olan “Tek Tanrı” inancı devletlere din yapılınca; egemen ideolojisi haline gelmiş. Bireyin inanç ve imanını tanzim etmeye başlamıştır. Bu gelenek; 325 yılında Roma imparatoru Konstantin tarafından başlatılmış. Muaviye tarafından Emevi Saltanatı olarak sistemleştirilmiştir. Konstantin; “İznik Konsili” kararıyla İseviliği, Roma topraklarındaki bütün pağan inançları yasaklayacak şekilde “tek din, tek devlet” dayatmasıyla ifa etmiş. Emevi ise, İslam’da haram olan saltanatı; çıkarcı ulema fetvalarıyla Muhammedi inanca dayatmıştır.
Selçuklu Devleti kurucusu Sultan Tuğrul da Emevi Saltanatını aynen sürdüren Abbasi halifesi adına hutbe okutarak “Kök Tengri” inancından İslam inancına geçtiğini ilan etmiş. “Dinin kılıcı” olmaya soyunarak “egemenin dini” ve “saltanatı” sistemini gönüllü olarak benimsemiştir. Böylece Emevilerin kurumlaştırdığı saltanat ile saltanat ulemasını devir almıştır. Sultan I. Selim de 1516 yılında Mısır’daki “Halife” ile 500 Saltanat Uleması’nı İstanbul’a getirerek; “ruhpan” değerinde kutsamış. Konstantin’in yaptığını yaparak, fakat din yerine bir mezhebi” “tek din” olarak dayatmış; Roma’da olduğu gibi, kabul etmeyenleri saltanat uleması fetvalarıyla kırmıştır.
Sultan I. Selim (Yavuz Selim), ikinci iş olarak İran Sarayı’ndan transfer olan (Kürt) İdris-i Bitlisi’yi Güneydoğu Bölgesi Beylerbeyi olarak atayarak; bölge aşiretleriyle bağlantı kurmaya çalışmış. Özellikle göçer aşiretleri baskı altına almış. Muaviye’nin yaptığı gibi; kimilerini baskı ve tehdit ile kimlerini makam ve menfaat vaadiyle biat ettirmiş, asimile etmiştir. Kendisine itaat eden aşiret reislerini, aile mensuplarıyla devlet kadrolarına yerleştirmiş. Böylece Sünni aşiret beyi, reisi ve ağası ile şeyhini; feodal yapı olarak meşrulaştırmıştır.
Osmanlı Devleti’ndeki bu feodal yapı; Sultan II. Mahmut’un verdiği imtiyazlarla; en üst organ olan “Ayan Meclisi” üyeliğine kadar taşınarak -devleti yöneten- konuma ulaştırılmıştır. Sened-i İttifak ile de feoal toprak mülkiyeti tescil edilmiştir. Bu durum; Merkezi Otorite karşısında feodal otoriteyi güçlü hale getirmiş. Bunun sonuçları; Tanzimat Fermanı sonrasında dramatik şekilde ortaya çıkmıştır. Çünkü devletin geleneksel idari sisteminde “yenileşme” sağlayan Tanzimat Fermanı; feodal yapıyı rahatsız etmiş. Karşı dirençlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu süreçte, feodalitenin ruhpansı unsuru; askerlik ve vergi muafiyetleri ile Saltanat Ulemasının egemen olduğu Meşihat sistemi ile; padişahın da üstünde bir konuma yükselmiştir. Hazır yiyici Saray ve açgözlü bürokrasi birlikteliğiyle devleti güdümlemiş. Yabancılara verilmiş imtiyazlar kadar devleti zaafa uğratmıştır.
Devlet, zaten “Duyun-u Umumiye” ile fiilen bağımlı hale gelmiştir. Ardından “hasta adam” olarak nitelenerek tasfiye sürecine sürüklenmiştir. Kuşkusuz bütün bunlar; bir dizi zafiyetlerin sonucudur: Nitekim önce Mondros Mütarekesi, sonra da Sevr Antlaşması; Hasta Adam için farz olmuştur.
İşte; yüz yılın sonunda Türkiye, miras olarak gelen aynı anlayışın zaaflar içine sürükleniyor!
*****
Düvel-i Muazzama, işbirlikçi aymazların yarattığı olanaklarla Osmanlı Hasta Adam’ın terekesini paylaşmayı başarır. Fakat tarih boyunca özgür yaşamış bir halka pranga vurulamayacağını hesap edememiş. Çanakkale Kahramanı bir dehanın liderliğinde ayağa kalkabileceğine inanamamıştır. Saray ve Saltanat Ulemasına imzalattığı Sevr Antlaşması’nın Lozan’da yırtılıp atılmasını zorunlu olarak kabul etmiştir. Ne var ki Osmanlı İmparatorluğunu teneşire götüren hastalıklı unsurlar da Türkiye Cumhuriyeti’ne transfer olmuştur.
Diğer bir söylemle; savaş yorgunu bir halkın yoksunluklar içinde kurmayı başardığı genç devleti, Osmanlı Devleti günahlarının vebali ile diyetini miras almıştır. İhanetler haline gelen bu mirası şu şekilde ifade etmek olanaklıdır:
. 1954 yılına kadar ödenen Osmanlı borçları.
. Osmanlı Devleti düşmanlarının dinmeyen intikam duyguları.
. Saltanat uğruna bir imparatorluğu feda eden rüşvetçi açgözlülük.
. Alın teri akıtmadan köşe dönme aracı olan işbirlikçilik ve ihanet.
. Milletle değil, ümmetle övünen Saltanat dinciliği ve uleması.
. Türkiye’nin kurulduğu toprakları kurtaranların, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu namusunu da kurtardığını sindirememek.
. Osmanlı Devletinin gaflet döneminde Saray ve Sultan ipleri ile birlikte ruhpansı imtiyazları elden kaçıranların sürdürdükleri kin.
. “Keşke Yunan kazansaydı” diyebilen hainlik.
. Allah’tan korkmayan ve özgür yurttaş yerine padişaha kul özlem ve özen.
. Hamaset riyakarlığıyla halkın kanını emmekten doymaz zalimlik.
*****
“Kurtarıcı ve kurucu” iradenin önderi Mustafa Kemal Atatürk; toplumu teokratik ve feodal yapıdan demokratik ve uygar bir yapıya dönüştürmeyi de başarmıştır. Tarihteki Rönesans ve Reform hareketlerinden daha önemli olan Cumhuriyet Devrimlerini gerçekleşti. Toplumsal evrim sağlandı. Ancak yüzyılın sonuna varıldığında; bu evrim, gelişme ve dönüşümün, Tanzimat’ın samimiyetsiz urları ile sabote edildiği gerçeği görünür oldu. Bu engeller ise:
. Yeni kurulan ve “üç beyaz” denilen üründen bile mahrum olan bir toplum; kol gücü ve kazma ucu ile yurt kalkınmasını, Türk Mucizesi” olarak gerçekleştirildi. Fakat bu süreç; 1929 yılı Dünya Ekonomik krizi, hain ayaklanmalar, irticai hareketler, feodal dirençler ve suikastlar ile he zaman hem enerji kaybettirip sabote edildi.
. 13 milyonluk nüfusun okuma oranı erkelerde yüze 3, kadınlarda binde bir iken; “alfabe” devrimiyle on yılda okur-yazar oranı erkeklerde yüze 35’lere, kadınlarda yüzde 15’lere çıkarıldı. Fakat bu aydınlama gelişimi; Cumhuriyet düşmanlarının “bir gecede cahil kaldık” yalanıyla sabote edilip engellendi.
. “Türk kadını yerlerde sürüklenmeye değil, omuzlar üstünde yüceltilmeye layıktır” anlayış; kadını yok sayan zihniyet tarafından örtülü laiklik ve kadın düşmanlığı ile engellendi.
. Kurtuluşu gerçekleştiren halkın toprak sahibi olması için yeterince toprak “reformu” ve “iskan” gerçekleştirmek; sabote edildi.
. “Gitmediğin, görmediğin yurt, toprağın değildir” anlayışıyla kırsala yol, okul, karakol götürülmesi; toprak ve aşiret ağalarıyla beyleri tarafından egellendi.
. Halk -kendi toprağını kendi işlesin ve kutsal kitabını diliyle okuyup ayakları üzerine kalkarak özgür devletin özgür yurttaşı olsun çabası; saltanat uleması, aşiret egemenleri ve diğer bağnaz yapı tarafından -maraba ve mürit kaybetme sinsi çıkarcılığıyla, engellendi
. İkinci Dünya Savaşı sürecinde; sosyo-ekonomk gelişmeden çok; yurt güvenlik ve savunması öne çıktı. Bu sorunun aşılma sürecinde öne çıkan kaygılarla “tam bağımsız” ve “laik eğitim” ilkelerden uzaklaşıp; Kurtuluş Savaşı’nın büyük destekçisi SSCB adlı “Boz Ayı” karşısında ABD adlı “Kutup ayısı”na yaklaşılarak engellendi.
. En büyük engel de; çok partili döneminin çalkantıları içine girmek oldu. Çünkü Atatürk döneminde iki kez denenmişti. Fakat özellikle şeriat istismar azgınlıkları yüzünden “erken” bulunarak vaz geçilmişti. İkinci dünya Savaşı sonunda dünya iki kutuplu halde cepheleşirken; Türkiye de kötünün iyisi olarak “Batı Bloku” nu ehven-i şer gördü. Artık Saltanat Uleması yanında bir de oy peşindeki siyasetçilerin din istismarcılığı başladı. Bununla “tam bağımsız, demokratik laik sosyal hukuk” devleti amacından sapmak olağanlaştı! İmparatorluk döneminin bey, ağa, aşiret reisi, şeyh gibi unsurlardan oluşan feodal yapı ile popülist siyasetçi işbirliği ve çıkarcılığı legalleşti.