ÖTEKİ ( 2 )
Zira bu zihniyet İslâm Tarihi’nin bağrında kanayan bir yara olarak duran Kerbela'da Yezitleşerek zirveye çıkmış ve sırf "bizden değiller, bizim gibi düşünmüyorlar!" diye Peygamber neslinin kökünü kurutmak istemiş ve Fırat ve Dicle'nin suyundan yılanlar, çıyanlar, sırtlanlar kana kana su içerken Peygamber torunlarından bir damlası bile esirgenmiş, günlerce aç ve susuz bırakılarak ölüme terkedilmişler; sonunda da dağ gibi yığılmış cesetler arasında bulamadıkları bebek Hz.Zeynelabidin hariç Ehl-i beyt'in bütün erkeklerini kılıçtan geçirmişlerdir!
Dikkatinizi çekerim!
Bu kadar zalimleşen Yezit taraftarları da Müslümandı, Hz. Hüseyin taraftarları da! Ama bir tarafta zalimler diğer tarafta ise Alemlere rahmet olanın masumları vardı.
Yine malum Hariciler çok takva(!) çok muhlis(!) Müslümanlardı sabahlara kadar namaz kılar neredeyse her gün oruç tutarlardı. Kâfir oluruz diye hiç günah işlemezlerdi. Alınlarındaki secde nasırı 5 - 6 metreden belli olurdu ama sırf "bizden değil, bizim cemaatimizden değil, bizim gibi düşünmüyor, siyaseten bizi desteklemiyor" diye Hz Peygamber 'in(s.a.v)in "Yetkim olsa yerime vekil bırakırım" diyecek kadar güvendiği Hz. Ali(r.a)’yi sevmiyorlar ve O'na "Kâfir" diyorlardı ki bu anlayış Kufe Camii’nde Hz Ali(ra)’nin bizzat bu düşüncedeki insanlarca şehit edilmesinden günümüze kadar hırsın zehirli oklarıyla süregelmiştir.
Evet…Allah, İslam dinini bizim insan kalmamız için gönderdi ama biz bunu böyle anlamadık biz sadece taraftarlık olarak anladık ve dinimizi de yazık ki bir takım gibi gördük! Hıristiyan, Yahudi ya da ateist olmayınca Müslüman olunuyor zannettik; dinimizi, düşüncemizi, fikriyatımızı inanmayanlara karşı bir rekabet aracı olarak gördük!
Kelimenin tam anlamıyla Müslümanlık futbol taraftarlığından farksız hale geldi ve bütün derdimiz kazanmak, yenmek, üstün gelmek oldu! Bu taraftarlık anlayışı bizi insanlıktan uzaklaştırdı ve hak, hukuk, adalet gibi bir derdimiz de, niyetimiz de kalmadı!
Allah “İnanmayanlar sizin rakibiniz değil, onlar sizin kazanmanız gerekenler!” dedi ama biz “yok canım ne münasebet” dedik ve bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen; partimize, cemaatimize, derneğimize, vakfımıza gelmeyene, yan gözle bakana, şüphe ile yaklaşana düşman olduk!
Çünkü bu öylesine bir hastalıktı ki rakip bulamayınca yenmek için bu kez kendi içimizde rakip aradık! Bugünkü mezheplere, gruplara, partilere bölünmemizin, bu kadar ayrışmamızın ve yenişmeye başlamamızın sebebini başka türlü izah edemiyor beynim!
Bunun en canlı örnekleri akletmek isteyenler için tarihin tozlu raflarında. Açın bakın Endülüs Emevi Devleti’nin son dönemlerine ve günümüze getirin. Figüranların, senaryoların, şeytana rahmet okutan siyonist zekanın aynısıyla karşılacak ve akıl tutulması yaşayacaksınız !
Bugünkü tablo düşüncenin değil, duygudaşlığın eseridir.
Peki bu taraftarlık neye mal oluyor?
“İnancın közüne davranışlarla üflenmediği” için kötülüğe ‘hizmet’in onursuz köprüsü kuruluyor. Köprünün altından riyakârlık, sinsilik, fırsatçılık kokuyor. Ne istediğini bilmeden ardına durulan safların, kimin yanında olduğunu bilmeden yürünen yolların ve en önemlisi de “ayrışmayın, birleşin” ilahi hükmüne rağmen parçalanmanın bedeli olarak da Rabbin şefkat tokatlarıyla zangır zangır titriyoruz.
Ekseriyetle kudreti aradığımız; dillerimizde “adalet, hakikat, merhamet” gibi ulvi söylemler olsa dahi güce ve güçlüye olan meylimiz; bazen güçlü olduğu için sevdiklerimiz, bazen de sevdiklerimizi ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek istememiz nedeniyle zorbalıkta adalet, zulümde hak arıyor; şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanların değirmenine su taşıyoruz.
Bakın halimize…
Ülkemiz gibi mümbit bir coğrafya nerde var veya üzerinde yazık ki tepindiğimiz manevi mirasa sahip kaç ülke mevcut dünyada?
Elimizdeki nimetlerin farkında olmadığımız, su kenarında susuzluktan kıvrandığımız yani varlığın içinde yokluk yaşadığımız için de tarih tekerrür ediyor ve üst üste gelen badirelerle sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz, ufkumuz da yoruldu artık.
Peki ne yapmalıyız? Nedir çıkış yolumuz?
“Çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuz borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı zillet sayanların yurdunda yaşadığımızı unutmadan; biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umutla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak yeniden bir dirilişe ihtiyacımız var artık.
İnsan kendi kusurunu, kabahatini, yanlışını bizzat görmez; sorumluluk üstlenmez ve bu uğurda bedel ödemeyi göze almazsa bunu başkasına teklif edebilir mi?
İşte bu yüzden; “birlik rahmettir” muştusunun devamı için her birimiz; “ben bir başıma ne yapabilirim ki?” umursamazlığından; “doğrularda kalabalıklaşmak” şuur ve mesuliyetine erişmek borcundayız.
Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle ama. Çünkü “biz” kavramı “ben olmazsam kimse bişey yapamaz” kibriyle yol yürüyenlerden ziyade, “vatan sevgisi imandandır” idrakiyle yol olabilenlerin omuzlarında yükselecek.
Meselenin kalbini yakalayabilmek adına Nebevi ahlâka varisler olarak, unutmayalım ki; biz zaferden değil seferden sorumluyuz. Menzile varıp varamadığımız değil , bu yolda yürürken Rabbi ve O’nun emaneti olan insanı ne kadar razı edebildiğimiz asıl sancımız olmalıdır.
Müebbet muhabbetle…
(Bitti)