M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

ÖTEKİ ( 1 )

Toplum olarak öyle bir hal aldık ki hemen her ferdimize hızla bulaşan bir ‘idrak yolları enfeksiyonu’ ile ufacık bir yanlışı eleştireni “hain”, bir tehlikeyi dillendireni “fetbaz”, kendimiz gibi düşünmeyeni veya bizim doğrularımızla hareket etmeyeni “işe yaramaz” addederek ötekileştiriyoruz. ‘Öteki’nin iyiliğini, kurtuluşunu bize benzemesi şartına bağlayarak üstelik. 

Hepimiz değilse bile toplumun azımsanmayacak kadar büyük bir kesimi sorunları başkası üretiyor biz de o sorunların mağduruymuşuz gibi düşünüyor ve ona göre hareket ediyoruz. 

Bu yüzden de eleştiriyoruz. Hem de her şeyi. 

Sanki zihnimiz devamlı “şikayet” üzerine programlanmış. Konuştuklarımızın tamamına yakını bu “eleştiri” kültürü üzerine bina edilmiş durumda artık. Zannediyoruz ki bizim doğrumuzdan başka bir doğru yok, bizim gördüğümüzden başka görmeye değer bir şey yok, bizim anladığımızdan başka anlaşılacak bir hakikat yok, bizim sevdiğimizden başka sevilmeyi hak edecek bir güzel yok, bizim sözümüzün ötesinde söylenebilecek bir söz yok, bilgimizin üstünde bilgi yok, yolumuzdan gayrı yol yok, derdimizden başka dert yok. 

Biz en iyi, en doğru, en güzeliz. ‘Öteki’ler de hatalı, kusurlu, günahkâr, bilinçsiz, ahlâksız, cahil. Az buçuk görüp çok buçuk hükümler verdiğimiz için de herkes bir başkasının sağırı, kendisine benzemeyenin körü. 

Ahlaki değerlerimiz yozlaştıkça ve bizi biz yapan manevi dinamiklerimizden uzaklaştıkça karşılıklı sevgi ve güven kavramlarımız derin yaralar aldı ve bu yüzden artık ilk yaptığımız şey niyet okuyuculuğu

Fiili değil faili merkeze alan bakışlarımıza sadece duyduklarımızı tercüman kılarak; ilkeler yerine ilişkileri önemseyerek,  ne söylediğimizden ziyade neden söylediğimiz ve en önemlisi de hangi tarafa söylediğimiz odak noktası haline geldi. “Duygu”su bizi tatmin ettiği için “bilgi”sini sorgulamıyoruz bile.

Kendimizle yüzleşmeyi; içimize hicret etmeyi; orayı “kalpleriniz benim mekanımdır” diyen padişahın hatırına da olsa kirden, pastan, öfkeden ve nefretten temizlemeyi sürekli ötelediğimiz için liyakat hassasiyetimizi rafa kaldırıp sadakat beklentimizi ön plana çıkararak kariyer planlamalarımızı bile dalkavukluk üzerine bina etmeye başladık artık. Bu yüzden de kurduğumuz duygusal, sosyo-ekonomik, ideolojik veya kimliksel ilişkilerimizden bağımsız bir şekilde doğruya doğru eğriye eğri diyemez hale geldik. 

“Benden olan, benim gibi düşünen, istediğim gibi davranan kötü olsa bile iyidir; benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, istediğim gibi davranmayan iyi olsa bile kötüdür” anlayışı üzerine bina ettiğimiz fikir dünyamız; bizden olan kötüleri bile bizden uzaklaştırırken, bizden olmayanları da bize iyice düşman edip hasım haline getirdi. 

Kısacası manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözcüklerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik. 

Öyle ki en ünlü akademisyenimiz hatta gün boyu tv lerde boy gösteren siyasilerimiz, bürokratlarımız dahi konuşmalarını 100-200 kelimelik bir algı sahasına sıkıştırmış durumda. 

Daha önceki makalelerimden anımsayacaksınız.

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme ölçütlerinde 2015 yılı verilerinde çocuklarımız “kendi dilinde okuduğunu anlamada” 72 ülke arasında yazık ki 50.sırada. Yaşadığımız bu ürkütücü tablo çok değil sadece bir nesil sonra “konuşan ama anlaşamayan” bir toplum haline geleceğimizi aslında açıkça gözler önüne seriyor. Geleceğimiz adına tehlike sinyalleri veren bu tabloyu bile umursayan kaç kişi var emin değilim artık.

Peki neden bu haldeyiz?

Doğuyla batının, zenginle fakirin, sağcıyla solcunun, kadınla erkeğin, yaşlıyla gencin, o şehirle bu şehrin, o partiye oy verenle bu partiye oy verenin, o takımı tutanla bu takımı tutanın, dini öyle anlayanla böyle yorumlayanın, o yazarı sevenle bu şairi sevenin, yürüyenle koşanın, oturanla ayakta duranın, kıyam edenle secde edenin seyrine dalıp içimizi acıtan bu tespitlerin aynasından baktığımızda suretimize gülümseyen bir kavram çıkıyor karşımıza; “taraftarlık”.

Anlamını yitirdiğimiz ve sinirlerini aldığımız, olması gereken ancak “taraf olma” hastalığımız nedeniyle ertelediğimiz “eleştiri” kavramına olan arz etmeye çalıştığım bu bakış açımız her birimizi fanatik bir “taraftar” haline getiriyor çünkü. 

Öyle olmasa kendimizi aynı coğrafyada yaşadığımız, aynı ortak paydalar etrafında buluştuğumuz, aynı acılarla hemdem olduğumuz, aynı sevinçle sürura erdiğimiz; hatta ezici bir çoğunlukla aynı Rabbe iman ettiğimiz, aynı kıbleye döndüğümüz, aynı manevi mirasa sahip olduğumuz halde “öteki” bellediklerimizin aynasında aklamaya çalışır mıydık? Bugün aynı cemaate, tarikata, fikriyata sahip olmayanların camileri bile farklı artık farkında mısınız?

Veya haklı haksız, doğru-yanlış söylemler eşliğinde “hak, hukuk, adalet, vicdan” gibi kriterlerden ziyade “biz-siz” eksenli yürüttüğümüz sözüm ona “haklılık” mücadelemizde her farklılığın birer nimet ve aynı zamanda birer ayet olduğunu, Yaratanın dahi yarattığına sınırsız düşünme ve akletme yeteneği bahşettiğini, insanların bizim istediğimiz, algıladığımız gibi düşünmesini, davranmasını istememizin dahi Yaratana karşı bir başkaldırı, yarattığına karşı bir küstahlık olduğunu atlar mıydık?

Şapkamızı önümüze alıp eğri oturup doğru konuşalım; “emrolunduğun gibi dosdoğru” ol ilahi hükmünün hakkını vererek.

Sağ- sol, Türk –Kürt, dindar-laik; hatta bin küsur yıllık Alevi –Sünni, Ehl-i Sünnet –Şia sürtüşmesinin temel nedeni de; toplumdaki bütün zıtlaşmaların, inatlaşmaların, kavgaların, düşmanlıkların; kan, kin ve nefret olaylarının arkasında yatan tek kavram “taraftarlık” değil mi sizce de?

Kim ne derse desin… 

Fanatik bir Fenerli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlı’nın derdi nasıl ki “iyi futbol” “iyi oyun” daha doğrusu “spor” değilse aksine tek dertleri sadece ne pahasına olursa olsun “kazanmak”, “haklı çıkmak” ve “üstün gelmek” ise bütün siyasi, ideolojik, dinsel, mezhepsel ve etnik gerginliklerin altında da bu kavram yatmaktadır.

Oysa ki hangi din, inanç ve ırktan olursa olsun fanatik olanın “şefkat, merhamet, nezaket ve adalet” duygusu olmaz, olamaz! Çünkü fanatiğin tek derdi “her ne pahasına olursa olsun kazanmak, üstün gelmektir”. 

Tarih sahnesindekiler de dahil tüm olan bitenler gösteriyor ki dinsel, mezhepsel, ırksal ve siyasal etiketlerimizden kurtulup “düz insan” olmaya çalışmadıkça; aynı gemide olduğumuzun farkına varıp kenetlenmedikçe, birbirimizi yiyip bitirdiğimiz bu anlamsız ve mantıksız zıtlaşmalardan, kavgalardan, düşmanlıklardan; kan, kin ve nefret ortamından kurtulmamız mümkün değildir! 

(Devamı yarın)

<