NELER ÇEKTİM BEN / DOKTORUNUZA GÜVENİN OYUNUZU KULLANIN
Bir tatil günü arefesinde buradan sayın ve sevgili okuyuculara neşe kaçıracak yazılar sunmayı istemiyorum. Böyle yazıların ertesinde gelecek reaksiyonları biliyorum. Sevgili dostlarımdan kalay telefonları da aldığım oluyor böyle günlerde. Gülmeyi beklerken güldüremediklerimden. Geçtiğimiz hafta yaşadım bunu.
Ne yapmalı?
Evet… Dünyayı ben de seviyorum, ama sevgili dünyamızı kucaklarken sadece gündüzlerini alıp, gecelerini zındana kaldıramam. İnsanları bağrıma basarken gülmeyenleri ayırt edemem.
O halde yazlar-kışlar, geceler-gündüzler, gözyaşları-kahkahalar, politikacılar-maskaralar… Hepsi bir arada… Anca beraber kanca beraber.
Öyle gün gelir ki, sabahı güneşli olur. Böylesine bir günde de, huzur aranır. Onun da yolu bulunur. Her hedefe varmanın bir yöntemi vardır.
İnsanları rahatlatmanın en güvenli yolu, onara ızdırap veren kaynakların azaltılmasıdır. Bir kılıbık koca, karısını hırpalayan bir adamı ağzı sulanarak seyreder. Sert öğretmenin buzda kayarak düştüğünü gören öğrencisi ise zevkten dört köşe olur.
Yerinde ya da yersiz ellerinde en çok çile çektiğimize inandığımız insanlar doktorlardır. En unutulmaz olanları da diş hekimleridir.
Öyle arkadaşlarım var ki ellerinden gelse üstelik yine arkadaşları olan diş hekimlerinin 32 dişini kerpetensiz çıkartmanın yolunu bulurlar.
Erkek, sünnetçinin verdiği acıyı unutur da diş hekiminin verdiği acıyı unutmaz. Birinin acısı bir keredir. Ötekinin ise 32’mi olur 320’mi hesabı bile yapılamaz.
Bir bilmece sorulur: En fakir olanlar hangi mesleğin sahipleridir? Diye. Bilinmesi mümkün olmayan cevap şudur: “Diş hekimleri. Çünkü onlar ekmeklerini başkalarının ağzından sökerek alırlar.”
Diyelim ki bu bilmeceye hatır için güldük. Zaten paradoks tuzağı var. Başka nasıl güleceğiz? Hani fakir olmadıkları bir yana hepimizin yüreğinde melek bile olsalar diş doktorları için intikam ateşleri yanmaktadır. Ben iki ay önce iki gözümden ameliyat oldum, unuttum bile. Ama çekilen her dişim için roman yazabilirim.
Ruh doktoru genç kıza soruyordu: “Bütün ömrünüzde sizi, her dokunuşunda deprem olmuş gibi titreten bir erkeğe rastladınız mı?” Genç kız açıklıyordu:
“Rastladım… Diş doktorum…”
Çok tartışıldığını duyuyoruz hastanın durumu tehlikeli ise, gerçek kendisine açıkça söylenmeli midir? Yoksa morali bozulmasın diye, kendisine fark ettirmeden bir tedavi yolu mu izlenmelidir? Öyle ya!.. Kendi derdinden önce korkudan yıkılma ihtimali de vardır.
Hangisi yapılırsa yapılsın söyleme biçimindeki inceliğin sonsuz önemi vardır. İşte örneği:
Doktor kaşlarını çattı, bildirdi: “Şüphe yok. Zehirlenmişsiniz.” Hasta şaşkın: “Nasıl olur efendim, ne zehiriymiş bu?” Doktor yatıştırdı:
“Meraklanmayın. Telaşa da gerek yok. Nasılsa otopsi de belli olacak.”
Hastaya güven verebilmek hekimliğin önemli görevidir. Bu güven duygusunun tedavinin başarısında da payı olduğunu sanıyorum. Doktorun hastaya en parlak biçimde nasıl güven vereceğinin bir örneği de şöyle:
“Ölmeden mezara girmekten korkuyorsunuz ha? Hayır! Benim tedavim ile böyle bir şey mümkün değildir.”
Hasta olmaktan daha kötüsü hastalık hastası (tıpçası Hypochonder) olmak. Molyer’in unutulmaz oyunuda gördüğümüz gibi…
Böyleleri sürekli kendini dinler.Ya gelmemiş hastalıkların ya da var olan hastalıkların abartılmış tehlikelerinin korkusu ile çile doldurur.
Ne güzel anlatılır: “Yaşıtları çoktan ölmüştü. Hastalık hastası ise sürekli olarak ölmeye devam ediyordu” diye…
Şakayı bitirelim (yoksa fena yapacaklar). Hasta olmamalı… Hastalık kuruntusuna kapılmamalı. Güvenilecek doktoru bulup teslim olmalı. Hastalıkla da ölümle de matrak geçmeli.
Pazar günü de oyumuzu kullanmayı unutmamalı.