İSMAİL SAYGILI

İSMAİL SAYGILI

MİLLİ\ULUS DEVLET SÖYLEMİ VE RAHATSIZ OLANLAR

Türkiye’de uzun zamandır sözcüklere farklı anlam yüklenerek dincilik ve siyaset yapılmaktadır. Örneğin 1789’deki Fransız Devrimi’nden sonra dünyada imparatorluklar dönemi sona ermiştir. Yerini, esen “milliyetçilik” özlü rüzgarlar almaya başladı. İmparatorluklar, özgürlük isteyen milliyetçi hareketler ile parçalandı.

     Bunlardan biri de Osmanlı İmparatorluğudur.

     Ulusal bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise; “millet” ve “ulus” sözcükleri karşı karşıya getirildi. Sanki ikisi aynı anlamda değilmiş gibi; farklı şekilde kullanılmaya başlandı. En dramatik dönem, 12 Eylül öncesindeki gençleri kardeş kavgasına sürükleyen dönemdir.

     “Millet” sözcüğü, Süryani\Arami “malal|konuş” ve “melal\söyle” sözcüklerinden Arapçaya geçmiş. “Milla, Mella” şeklini almış. Türkçe’deki karşılığı “ulus” sözcüğüdür.

     “Millet” sözcüğüne dini anlam yükleyenler; “ulus” sözcüğüne de günah yüklemiştir.

     Bu düalizm; son genel seçim ile “her türlü milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık” diyen “Beşli Masa” lideri tarafından fazlasıyla istismar edilerek yeniden güncelleşti. 

     CHP ile Zafer parti Genel Başkanları  ( Kılıçdaroğlu ile Özdağ), bir mutabakat protokolü imzaladılar. Terör karşısında “milli devlet” olgusuna taraftarlıklarını beyan ettiler.

     Kıyamet koptu. Vaaay, sen misin “millet\ulus” diyen?

     Kıyameti koparanlar, daha çok liberal yazar-çizer çevreler idi.

     Bunlar uzun süre R. T. Erdoğan’ı desteklemişlerdi.  Bu kez yönü Kılıdaroğlu’na çevirmişler.

     Protokolun imzalanmasından sonra O’na yaman şekilde yüklenmeye başladılar: Zira altı ilkesinin biri “milliyetçilik\ulusalcılık” olan CHP Genel Başkanı faşistleşmişti.

     Neden?

     Efendim,  protokolün 4. maddesinde, “… FETÖ; PKK, İŞİD vb terör örgütleri ile kararlı mücadele”  denmemeliymiş: “Terörle ilişkisi hukuki kanıtlarla sabit olan yerlere mahalli idare yöneticilerini atama uygulamasına, yargı çerçevesinde devam edilecektir” denmemeliymiş.

     Kayyum cenderesindeki HDP bile doğru anlamıştı. Ama liboşlardan daha iyi biliyor olamazdı!

     Tıpkı Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal’i döndürmek için paralanan İstanbul basını gibi.

     Aslında tepkileri,  “liberal” görünüm altında “milli-ulusal” olan her şeye karşı olmaktı. Bir çeşit liberal faşistlik özlemiydi.

    Çünkü liberalizm, temelde neo-liberal anlayışın savunmaktır. İlk kez Şili’de bütün çıplaklığıyla görülmüştü: Seçimle işbaşına gelen sosyalist Allende hükümeti Amerikancı General Pinoche darbesiyle devrildi. Neoliberal ekonomik sistem uygulanmaya kondu.

     Neoliberal politikaların babası sayılan Frierich Hayek de; R. Reagan’ın Amerikan Başkanı olmasının ardından, 1981 yılında, El Mercurio’ya bir röpartaj vererek Pinoche darbesini savundu:

     “… Uzun dönemli kurumlar olarak diktatörlüklere tamamıyla karşıyım. Fakat diktatörlük, bir geçiş dönemi için zaruri bir sebep olabilir. Kimi zaman bir ülke için, şu veya bu biçimdeki bir diktacı gücün bir süreliğine mevcut olması zorunludur. Bir diktatörün liberal yoldan yönetimde bulunması mümkündür. Aynı şekilde bir demokrasinin de liberalizmden tamamıyla yoksun olarak yönetimde bulunması mümkündür. Şahsen ben, liberal bir diktatörü, liberalizmin olmadığı demokratik bir yönetime tercih ederim. İzlenimime göre Güney Amerika için de gereklidir…”[1] dedi.

     Böylesi anlayışın savunucuları, Kılıçdaroğlu-Özdağ protokolünün Anayasanın ruhuna (1924 Anayasası 4. maddesi; milli, laik devletten taviz verilmez) uygun olduğunu görmek istemiyorlardı. Rahatsızlık da bundan kaynaklanıyor.

      Çünkü AKP-Fetö döneminden beri ulus devlet ve Kemalizm’in yok edilmesi gereğini savunuyorlardı. AKP iktidarlarıyla büyük ölçüde de sağladılar. TSK’nin iğdiş edilmesi, Anayasa’nın “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin işlemez hale gelmesi, ucube CB sistemiyle TBMM’nin baypas edilmesi gerçekleşti. Ve “Cehennemin kapıları” açıldı!

       Bununla yetinmiyorlar.   

       Aslında bu tavır; 1980 darbesi ile birlikte başlamıştı. Görüşlerine haklılık kazandırmak için ABD’de R. Reagan’ını, İngiltere’de Margaret Thatcher’in, Türkiye’nin Turgut Özal’ın yönetimlerini örnek gösterdiler. Nitekim Özal ile başlayan “Ilımlı İslam, Tarikatlarla ittifaklar, özelleştirmeler, kamunun üretici ve istihdam edici kurumlarının satışı gibi uygulamalar; R. T. Erdoğan ile zirveye ulaştı.

     Böylece “ulusal, laik, Kemalist hukuk devleti” yıkıldı.

     Aynı zamanda “sosyal” devlet anlayışı yerine de “himmet devleti” anlayışı yerleştirildi.

     Şimdi sıra; teokratik devleti resmen kurma aşamasına geldi. Yirmi yıldır harlanan ateşin körükçüleri, protokol ile Kılıçdaroğlu’nu teslim alamadıklarını gördüğünden rahatsız oldular.

*****

     Özal’dan daha çok ABD’li olan Erdoğan;  “ABD projesi” denilen bir parti kurmuştu. Ardından ABD’nin BOP eş başkanı olarak övündü. Yıllar sonra İsrail Başkanına Davos’ta “ven minuit” diye kükreyince soğuk rüzgarlar estirdi. Papaz Bronson meselesi tuz biber ekti ilişkilere. Başından beri koruyucu melek gördüklerine caka sattı. Fakat A. Zapçı; “deliğe süpürmeyin” diye ABD’ye

yalvarmak zorunda kaldı. Yine de Türkiye, F-16’lar projesinden çıkarıldı. Sonra, ABD Başkanından “aptal olma” fırçası yendi.

       İçte “dış güçler” diye gürlerken, mağduriyet edebiyatına ara vermeden tabanı konsolide etmeye, özellikle ekonomik sorunların üstünü örtmeye çalışıldı. Nitekim İstanbul İl Başkanı Babuşçu; 1 Nisan 2013 günü Topkapı’daki otel toplantısında (İstanbul Suriçi Grubu Derneği): “ 10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu veya bu şekilde her ne kadar bizi hazmetmeseler de; diyelim ki liberal kesimler; şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular. Ancak gelecek, inşa dönemidir. İnşa, onların arzu ettiği gibi olmayacaktır…”[2] açıklaması yaptı. Ki bu, iktidar partisinin giderek liberalizm dozunu arttırarak otokratlığa gideceğinin işaretiydi.

        23 Haziran tarihli New York Times’de Tim Arango; “Türkiye’deki liberaller Erdoğan’a sırt çevirdi” diyerek gelişmeleri haber verdi. 10 yıl önce Erdoğan’ı ateşli şekilde destekleyen Avrupa Parlamento üyesi Joost Lagendik, Boston Üniversitesi Türkiye uzmanı antrpolog Jenny B. Whit, Türkiye’nin soldan liberalliğe terfi eden Cengiz Çandar vb liberalizm yanlıları, durduk yerde neden çark ediyorlardı?

      Meğer Başbakan Erdoğan, protesto edilmeyi “hak etmiş.”  Verdikleri destekle üç seçim kazanmasını sağlamışlar. Fakat şimdi desteklerini çekiyorlardı.

      Devlet olarak Amerika bunun neresindeydi?

      Diken, kimlerin eliyle çıkarılıyordu?

      2023 seçimlerinin gerçekleştiği o günlerde Erdoğancı Çandar, CB’ının terörle eş gösterdiği bir parti listesinden TBMM’e gitti.

     Neo-conların liberallik adına yaptığı bitip tükenmeyen manevralardan birine daha tanık olmaya hazırlanmak gerekiyor;

     İçişleri Bakanı (S. Soylu), demokratik kurala aykırı olmasına rağmen; diğer bakanlarla birlikte seçim sürecine girildiğinde istifa etmedi. Devlet ve bakanlık olanaklarıyla seçim propagandası yaptı. Beyan ettiği “Türkiye’de anket mafyası var” nereye konarak


[1] 26 Mayıs, Aytunç Erkin makalesi.

[2] Aytuç Erkin, 24.5.2023 makalesi.

<