ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

Kırk Anbar / ÇOK YÖNLÜ BİR BÜYÜĞÜMÜZ ALİ NAİLİ ERDEM...

Politikayı az-çok bildiğimi sanırdım. Ama O’nun “Siyaset Yollarında” adlı kitabını okuduktan sonra, hiçbirşey bilmediğimi anladım.

Şark usulü politika kaypaklığının, atasözü edasıyla cümlelere sığdırılmasını, bu kitapta hayranlıkla okudum.

Kalleşliğin erdem, vefasızlığın içten bağlılık sayıldığı ve küfürün ödüllendirildiği siyasetimizden, mükemmel sözler taşıyan bu kitaptan bir-iki örnek vermeliyim.

Bakın ne diyor yazar:

“Ve anladım ki, siyasette insanlar, ölümlerin dert ortakları değil; düğün evinin mutlu konuklarıydılar.”

“İnsana hizmeti ibadet haline getirenlerin, cezalandırılması, şark’ın bitmeyen trajedisidir.”

“Yürekleri büyük parlamenterler gördüm; akılları çorak arazi gibiydi. Akılları parlak olanları gördüm, yürekleri susuz kuyular gibiydi.”

“Sanatın ve bilgeliğin derin denizlerinde kulaç atanlar, genelde politikanın sığ denizinde karaya otururlar”

Bu atasözü gibi anlamlı cümlelere, son yıllardaki meclislerimizden sonra, herhalde daha çarpıcı ve belki de hayret ve şaşkınlıkla okuyacağımız yeni cümleler eklenecektir.

Siyasetçi halkı için model insandır. Kılığı, kıyafeti, duruşu, bilgisi, konuşması, yazması ile... Bizim ülkemizde, her darbeden, her seçimden sonra kimseler alınmasın, galiba kalite düşüyor.

Kitabın içeriğine daldık da, yazarının adını hâlâ vermedik. Bu kitabın yazarı Ali Naili Erdem’dir.

19 yıl milletvekilliği, 1 dönem Sanayi Bakanlığı, 2 dönem Çalışma ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmıştır.

Ali Naili Hoca’nın bu kitabı, siyaset bilimi okutan üniversitelere mutlaka ders kitabı olarak konulmalıdır.

Gençlere diyorum ki, eğer politikada gözünüz varsa, Ali Naili Erdem’in kitaplarını okuyun, ufkunuz genişler, gidin onu dinleyin, beyniniz gelişir.

Ali Naili Hoca, yalnız siyaset bilmez, musiki bilir, felsefe bilir, şiir bilir, Türkçe bilir, yazı yazmayı, konuşmasını bilir. Hem de âlâsını bilir.

Vatan ve insan sevgisi, erdemlerine eklenince, hep eksikliğini hissettiğimiz “adam gibi adam”ı, bulmuş olursunuz. Milletvekilliği de, bakanlığı da, Cumhurbaşkanlığı da, üstün kişiliğinin hep ardında kalır.

Gün geçer, fakat hafta geçmez, ayrı kentlerde olduğumuzdan, telefonla sohbet ederiz. “Sayın bakanım” demeye dilim varmaz. Dedim ya, kişiliği herşeyin üstündedir. O’nu küçültmem, büyütürüm ve O’na “Ağabey” derim. Her sohbette, bilgi sepetime, çok şey katarım.

O haftasonu Bayramoğlu Basın İlan Kurumu Tatil Köyü’nde güneşin batışını seyrederken, aklıma bir başka ‘adam gibi adam’ geldi.

Rahmetli Gültekin Sâmanoğlu...

Hisar ekolünün büyük isimlerinden. Basın İlan Kurumunda da, 30 yılı aşkın bir sürede Genel Müdürlük yapmış bir edebiyat adamı.

Güneş batarken ayağa kalkar, güneşi uğurlardı.

Bizden 150 milyon kilometre uzaklıkta ve saatte 1000 kilometre hızla giden bir uçakla ancak 17 yılda gidebileceğimiz, ısısının sadece 2 milyonda birini veren, ışığını ise 8 dakikada dünyamıza ulaştıran güneş; rahmetli Sâmanoğlu’nun bu duygu ve saygı dolu uğurlayışına, bazen pırıl pırıl yüzüyle gülerek; bazen Tanrı’yı inkar edenlerin gözlerini kör edecek o muhteşem görüntüde renk değiştirerek; bazen de bir bulutun arkasına  saklanıp naz yaparak karşılık verir ve ertesi gün için randevulaşırlardı.

Yıllarca hiç aksatmadan buluştular, vedalaştılar.

Ancak birgün Gültekin Sâmanoğlu, güneşin vedasından 3 saat önce hayata veda ettiği için o günün akşamı randevuya gelemedi.

Güneş küstü, o gün batmadı desem, sakın inanmayın.

Onu bekleyen milyarlarca insanı yaşatmak için batması gerekti.

Battı ama yeryüzüne inerek battı...

Bunları anımsayıp düşünürken hüzünlendim.

Hemen telefona sarılıp Ali Naili Erdem Ağabeyim’e, rahmetli Sâmanoğlu’nun güneşle olan dostluğunu anlattım, çok beğendi ve hemen  bir şiirle bu güzel duyguya güzellik kattı.

Denizlerden

Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.

Bilsen

Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şâma bakan

Bu gözlerinle, bu hüzünle sen ne dilbersin!

Şiirin anlamı kadar okunuşu da önemlidir. Okurken yaşamak daha da önemli... Çünkü kelimelerin anlamından çok okunuş biçimi insanı etkiler.

Öyle bir okudu ki,  etkilendim. “Bu satırlar Haşim kokuyor” dedim. “Evet” diye yanıtladı “Ahmet Haşim’in” dedi.

Ben de, “Ağabey biliyor musun? Yakup Kadri, Ahmet Haşim’den söz ederken mutlak bizim bildiğimiz 5 duyudan en az bir-iki tane fazlası vardı. Çünkü gözleri, bir manzarada bizim görmediğimiz şeyleri görür, kulakları bizim duymadıklarımızı duyar” demişti. Ne kadar doğruymuş.

Hüznüme, hüzün eklendi.

Ve, o gün güneşin batışını seyrederken, gölde kamışları konuşturan Ahmet Haşim’i “O Kadın” şiiri ile ödül almış Gültekin Sâmanoğlu’nu andık.

Bu anılara kulak veren güneş, hiç naz yapmadan, bütün ihtişamı ile bize hüzünle gülümseyerek battı.

O iki büyük şairin mezarlarına göz kırparak...

Bakın, nereden nereye geldik. İşte insan hayatta bir şey kazanırken bir şey kaybeder. Gidersin bir elbise alırsın, elbisen olur ama para verirsin, para harcarsın dolayısıyla, elbiseyi kazanırken paranı kaybedersin.

Fakat akıllı insanlarla konuşurken asla bir şey kaybetmezsin. Hem zamanı, hem bilgiyi kazanırsın. Ali Naili Ağabey de böyledir. Bazen bir haftada kazanmadıklarımı O’nun sohbeti ile 10 dakikada kazanırım.

“Shekespeare, kendinden sonra Ali Naili’nin geleceğini bilseydi eline kağıdı, kalemi almazdı.” Bu sözümü bir gün söylediğimde “Sen de az hınzır değilsin” deyiverdi.

Ehh bizim de, Ali Naili Hoca gibi sözlerimiz vardır(!).

Alim değilsek, biz de arifiz yani...

<