Kırk Ambar PADİŞAHIM SERVETİNİN YARISINI BANA VERECEKSİN...
Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli kişilerinden biri de Keçecizade Fuat Paşa’dır. Politik
nükteleri, yaşadığı anekdotlar bugüne kadar dilden dile dolaşmıştır.
5 kez Hariciye Nazırlığı (Dışişleri Bakanlığı) yapan ve Mevlevi tarikatının gelişmesine katkıda
bulunan Keçecizade Mehmet Fuat Paşa, Batı kültürünün tüm özelliklerini kişiliğinde birleştiren bir
yapıya sahipti.
Fransa’ya karşı olan aşırı hayranlığı karşıtlarının tutunduğu tek dayanak olmuş ve bu
sempatisinden dolayı daima eleştirilmişti.
İşte bu zeki devlet adamının iki anısı;
Keçecizade Fuat Paşa, Hariciye Nazırı, General Ignatiev de Rus sefiri.
Sefir Osmanlılarla devamlı huzursuzluk yaratan bir adam. Rusya’ya yıllık iznini kullanmak üzere
giderken Fuat Paşa’yı ziyarete gelir. Ve ısrarla Paşa’ya sorar; “Paşam Rusya’dan bir isteğiniz var mı,
gelirken size ne getireyim?”
Fuat Paşa zaten sefirin Ortodoks Kilisesi ve azınlıklar ile sınır anlaşmazlıkları konusundaki
tahriklerinden dertli.
Biraz düşünmüş, sakin ve ciddi bir eda ile, “Ekselans, bana Rusya’dan yeni bir mesele getirme
de, ne getirirsen getir.”
Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dev adına layık bir davranışın hikayesidir bu.
Şimdiki bakanlara ibret olması dileğiyle...
Keçecizade Fuat Paşa ile Sultan Aziz birgün anlaşamadıkları bir konu üzerinde tartışıyorlardı.
Sadrazam dobra dobra “Bu olmaz efendim” gibilerden direniyordu.
Sonunda sabrı tükenen Padişah dayanamadı:
- Paşa şükret ki ortada Tanzimat diye bir şey var. Yoksa dedelerimiz zamanındaki gibi perdenin
arkasında bir cellat emre hazır bekleseydi, böyle cesaretli konuşamazdın, diye haykırdı.
Bunun üzerine Fuat Paşa gözlüklerinin altından zeki gözlerle gülerek;
- İyi söylediniz ya efendim. Onlardan niceleri perdenin arkasında cellatın beklediğini bildikleri
halde cesaretli konuşup, devletin hakkını savunmaktan korkmamışlar. Bizler hamdolsun adaletiniz
sayesinde böyle korkulardan uzak olduğumuz halde, doğruyu söylemezsek büyük günah işlemiş olmaz
mıyız?
Keçecizade Fuat Paşa’dan bir güzel hikaye daha;
Rus Çarı Nikola, Keçecizade Fuat Paşa’ya takılır:
“Peygamberiniz Miraç’ta gökyüzüne ne ile çıktı acaba?”
Keçecizade Fuat Paşa; “Hazreti İsa’nın gökyüzüne çıktığını söylediğiniz merdivenle...”
Tarihi fıkralar, geçmişi yaşatmaktan çok, ibret alınması açısından daha fazla önem
kazanmaktadır.
İşte bunlardan birkaçı:
Birgün Fatih’in yanına bir derviş gelerek ondan servetinin yarısını istedi. Fatih; “Neden?” diye
sordu. Derviş; “Kardeşiz” dedi. “Bu kardeşlik nereden geliyor?” diye yanıtladı padişah. Bu kez derviş;
“İkimiz de Hz. Adem’in çocukları değil miyiz?” dedi. Fatih, dervişe bir altın verdi ve kulağına fısıldadı;
“Çabuk git. Başka kardeşlerimiz duymasın. Hissene bu kadar da düşmez...”
Padişah divan toplantısında pür telaş gözlüklerini aramaktadır. Aslında gözlükler alnına doğru
çekilmiş durmaktadır, fakat hiçbir vezir cesaret edip;
“Padişahım, gözlükleriniz başınızın üzerinde” diyememektedir. Tüm saray padişahın
gözlüklerini aramakla meşguldür.
Bu durum karşısında başvezir artık daha fazla dayanamaz ve kibarlıkla;
“Ulu padişahım, biz gözlüklerinizi bulana kadar siz şimdilik alnınızdakilerle idare edin” deyiverir.
Kanuni Sultan Süleyman, birgün sarayında muhteşem bir sünnet düğünü yaptırmıştı. Bu düğün
uzun zaman dillerde dolaştı durdu. Bundan evvel ise veziri İbrahim Paşa kendi evliliği dolayısıyla bir
2
düğün yapmış, padişahı da davet etmişti. Bu düğün de parlak olmuştu. Bir gün sohbetleri sırasında
Kanuni, İbrahim Paşa’ya;
- “Paşa, senin düğünün mü, yoksa benimki mi daha muhteşem oldu, ha ne dersin”? diye sordu.
İbrahim Paşa hiç tereddüt etmeden;
- “Benim düğünüm, sultanım” diye cevap verdi.
Sultan Süleyman birden kızmış ve sinirlenmiş. Sertçe;
“Neden, be adam?” diye sordu.
Vezir sakin ve saygılı bir tavırla;
“Zira efendimiz” dedi. “Benim düğünüme zamanın en büyük padişahı gelmişti.”
Zekice hazırlanmış bir fıkra daha;
Padişaha sur dışında bir falcı olduğunu ve de herşeyi bildiğini söylemişler. İnanmamış. Atına
bindiği gibi doğru falcının yanına. Onu sormuş, bunu sormuş, şunu sormuş; falcı hepsini doğru olarak
yanıtlamış.
Padişah şaşkın. Şaşkın ama, yine de falcıyı gözü tutmuyor. Kellesini alacak.
“Sana son bir soru soracağım, bilirsen seni bağışlayacağım, bilmezsen kellen gider” der.
Falcı, razı. “Peki, yüce padişahım.”
Padişah, “Ben şimdi şehire, hangi kapıdan gireceğim.”
Falcı, “Hünkârım benim de size bir şartım var. Şu kağıda şehrimize hangi kapıdan gireceğinizi
yazıp vereceğim. Yalnız siz kapıdan girdikten sonra kağıdı açıp okuyacaksınız. Bilemezsem kellem sizin,
bilirsem şu fakir kuluna surların dibinde küçük bir ev yaptır.”
Padişah kağıdı avucunun içine sıkıştırır. O kapı senin, bu kapı benim dolaşır, ancak bir türlü
karar veremez. En sonunda yeniçerilere haber salar;
“Yıkın şu surları, buraya bir kapı açın.”
Yeniçeriler, surları yıkıp kapıyı açar, padişah şehre girer girmez, avucundaki kağıdı açıp, okur.
“Padişahım, yeni kapınız hayırlı uğurlu olsun...”