ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

KALEMİM KONUŞTUKÇA / Çocuklar Torunlar Ve Ustalar

Dedelerin, anneanne ve babaannelerin en mutlu olduğu 2 an varmış. Bir torunlarının geldiği an, bir de gittiği an.

Geldiği anı yaşamak çok keyif verici. Gittiği an o kadar değil, insanın içine kısa bir süre sonra hüzün çöküyor...
Torun, insanın canının, canı...
Özlüyorsun, nasıl arıyorsun, yavrularının hasretine dayanamayan ana kuşlar gibi kanat çırpıyorsun, bir geliyorlar dünyalar senin oluyor.
Sonra yaramazlıklar, şımarıklıklar diz boyu. Acaba ne zaman gidecekler diye gözünün içine bakıyorsun.
Çocukların değerini, saflığını ve güzelliğini çocuklarım doğduğunda değil de, torunlarım olduğunda anladım.
Belki de 21 yaşında evlendiğimdendir. Ne yapayım, evde kalırım diye korktum. Erken evliliğin en büyük kârı, torunlar oldu.
Doğa, neyi ne zaman vereceğini gayet iyi biliyor.
Gençken nerede sabır, nerede telaş göstereceğini, yaşlanınca nerede sabır, nerede telaş göstereceğini, Tanrı bunların hepsini ayarlıyor. Hem de saat ayarı gibi...
Evlenmenin de, çocuk yapmanın da zamanı var.
Hele şimdi ki çocuklar bir afet. Benim 60 yaşında bildiklerimi, çocuklarım 30 yaşında, torunlarım 15 yaşında biliyorlar. Hepsi bir bilgisayar virtüözü...
Çocuk “Anneanne sen nasıl dünyaya geldin” demiş. Anneanne; “beni camiden almışlar” diye yanıtlamış. “Peki, annem?” “Anneni leylekler getirdi” “Ya ben” “Seni de hastaneden aldık” deyince torun; “Allah, Allah, anneanne, demek bizim ailede son 3 nesildir, normal doğum olayı gerçekleşmiyor.”
Çocuklarımıza, torunlarımıza bazı konuları kamufle ederek söylemek, bizim kültürümüzün değişmez bir ilkesidir. Oysa bir düşünürün söylediği gibi;
BİR ÇOCUK YEDİ YAŞINA BASMADAN DERS, DOĞDUĞU GÜNDEN İTİBAREN DE TERBİYE GÖRMELİDİR.
“Tanınmış Amerikalı eğitimci Francis Wayland ile bir kadın arasındaki konuşmayı dinleyin:  
- Çocuğumun eğitimine ne zaman başlayabilirim?
Eğitimci sordu: ‘Çocuk ne zaman doğacak?’
- “Doğacak mı? Çocuğum şimdi beş yaşında.’
Eğitimci, ‘Aman, hanım’ dedi, ‘burada benimle konuşarak durmayınız. Hemen evinize gidiniz. Çocuğunuzun en iyi beş yılını kaybettiniz.’
“Büyüyünce anlatırız” can simidine sarılıp boğulmaktan kurtulacaklarını sananlar aldanırlar. Ebeveynler çocuklarını yetiştirirken para harcamaktan çok, zaman harcamalıdırlar.

Oyuncakçı mağazasındaki tezgahtar kızın, bir ebeveyne verdiği ders okunmaya ve ibret almaya değer...
“Zengin bir aile oyuncakçıdan, çocukları için eğlenceli birkaç oyuncak istedi. Gerekçe olarak da çalıştıklarını ve para kazanmak için çocuklarına yeterince zaman ayıramadıklarını söylediler. Satıcı kız bir sürü oyuncak gösterdi, ancak ne ebeveynler, ne de çocuklar bir türlü oyuncak seçemiyorlardı. Kadın sinirli bir biçimde ‘ne istediğimizi anlasaydınız bu kadar oyuncak içinde, bize bu kadar zorluk çektirmezdiniz.’ Kız yanıtladı: ‘Siz çocuklarınıza oyuncak değil, ana baba arıyorsunuz, biz onları burada satmıyoruz.’
Tezgahtar kızın önerisini asla unutmadan, çocuklarımıza ilgi göstermek ve onları iyi eğitmek zorundayız.
“EĞER GENÇLİĞİN RUHUNU AYIKLANMAYAN, SÜRÜLMEYEN BİR TARLA GİBİ KENDİ HALİNE BIRAKIRSANIZ, ORADA ISIRGANLAR VE DİKENLER YETİŞİR.” 
diyen bilge kişi sizce haklı değil mi?
Bir Çin atasözü ise dünyada en önemli kaynağın insan olduğunu vurguluyor;
“    Bir yıllık kazanç istiyorsanız, pirinç ekin.
    10 yıllık kazanç istiyorsanız, ağaç dikin.
    100 yıllık kazanç istiyorsanız, insan yetiştirin.”
Bulunduğu yerde, hiç kimse olmadığı halde, cebine niçin birkaç erik atmadığını sorduklarında, iyi terbiye almış çocuğun, yanıtını herkese ve özellikle hırsız büyüklerimize ithaf ediyorum.
“Nasıl kimse yoktu?” “Ben vardım ya...”
Çocuk için model anne ve babadır. İyi bir anne, akıllı bir baba, yüz öğretmenden daha yararlıdır. Modelin en iyisi olmak için çaba göstermek zorundayız.
Örneğin; “ben ödevimi yapmazsam, öğretmenim, ailem kızar” gibi. Oysa “kendi gelişmem, ülkemin gelişmesi ve insanlığın gelişmesi için ödevimi yapmalıyım” sorumluluğunu aşılamalıyız. Bunu da çocuklarımıza öğretmek zorundayız.
Çocuklarımızı “ben” anlayışından, “biz” anlayışına ulaştırdığımız zaman, herşeyin nasıl düzeldiğini göreceğiz.
Ayrıca aileler çocuklarına, hayatı en iyi biçimde algılamaları için varlığı-yokluğu örnekleri ile sık sık anlatmalıdırlar.
Bakın, Uzakdoğu’dan bir örnek...
“Japonya’da geleneklere göre, ilkokul çağında çocuk en sevdiği oyuncağı mabete veriyor ve törenle onun yakılmasını seyrediyor. Bir daha o oyuncağı göremeyecek. Böylece çocuğa bir yerde nefsini terbiye etmesi öğretiliyor. En sevdiği objeyi kaybetse dahi, güçlü olabileceğine dair bir tür eğitim veriliyor ki, yine bizim kültürümüzde pek bulunmayan ve yaygın olmayan farklı bir yaklaşım bu.”
Evren durmaksızın değişmektedir. Bu onun tanımlayıcı özelliğidir. Bu nedenle bugünün dünyası, dünün dünyası ile aynı olmadığı gibi yarının dünyasıda çok değişik olacaktır. Bu değişim bizim için yeni imkanlar yarattığı gibi, yeni sorunlar da yaratacaktır.
Amerika’nın ünlü başkanı Lincoln ise, yetişkinleri hiç mi hiç önemsemiyor. Bakın ne diyor;
“BÜYÜKBABAMIN KİM OLDUĞUNU BİLMEM O KADAR ÖNEMLİ DEĞİL. BENİM ASIL ÜZERİNDE DURACAĞIM TORUNUMUN NE OLACAĞIDIR?”
Bunu gözönünde tutan akıllı insanlar, bir nesil ilerisini değil, birkaç nesil ilerisini düşünüp önlem alıyorlar. O zaman akıl, küçük yaşlarda bile sahibini buluyor. 
Bunu beceren akıllı çocuklardan bir iki örnek;
“Amerikan Temsilciler Meclisi’nin 1970’ler sonundaki başkanı Carl Albert çok kısa boylu bir adamdı. Belâgatli bir hatip olan Carl Albert, bir seçim konuşmasına şöyle başladı:
‘Saklayamam; görüyorsunuz, ben çok kısa boylu biriyim. Sadece 1.35 cm. Bir gün bir kasabada heyecanlı bir nutuk söyledikten sonra, küçük bir çocuk yanıma yaklaştı ve dedi ki: ‘Efendim, bugün bana gerçekten ilham verdiniz. Çok teşekkür ederim.’
‘Gülümseyerek çocuğa baktım. Onunla biraz konuşmak istedim. Alacağım cevabı daha sonraki konuşmalarımda kullanmayı düşünerek, ona ilham veren şeyin hangi sözlerim olduğunu sordum.
‘Çocuk cevap verdi: ‘Bana ilham veren nutkunuzdaki herhangi bir sözünüz değildi. Sizin gibi minicik bir adam Temsilciler Meclisi Başkanı olursa, kendimin de bir gün Cumhurbaşkanı olabileceğimi düşündüm de, onun için size teşekkür ettim.’’”
Ya padişahın ödüllendirdiği akıllı çocuğa ne dersiniz?
Sultan Mahmut, yolda gördüğü bir çocuğa bir altın vermek istemişti. Çocuk altını kabul etmeyince padişah meraklandı ve bunun nedenini sordu.
Çocuk, önce padişahın elindeki altına, sonra da gözlerinin içine baktı:
“Sultanım, annemi de, babamı da buna inandıramam ki’ dedi. ‘İkisi de, ‘Sen bu altını kesinlikle çaldın’ diyerek beni dövmeye kalkarlar.”
Sultan Mahmut, çocuğa yardımcı olmak için ona akıl verdi:
“Onları inandırmanın kolayı var, evladım” dedi. “Annene ve babana, ‘Bana bunu Padişah verdi’ dersin, o zaman inanırlar.”
Çocuk, hiç düşünmeden karşılık verdi:
“Hele o zaman hiç inanmazlar, Sultanım” dedi. “Elimdeki bir altına bakarlar ve ‘Padişah sana altın verecek olsaydı, böyle yalnızca bir altın vermezdi’ derler ve beni bu kez bir de yalan söylüyorum diye döverler.”
Sultan Mahmut, çocuğun bu inanılmaz zekasını ödülsüz bırakmadı ve ona bu kez bir kese altın verdi.
İşte zeki çocuğun hali başka. Bir örnekte şu;
Bir matematik öğretmeni anlatıyor: “Ortaokulda ders verdiğim yıllardan birinde birinci sınıfa gelen çocuğa basit bir soru sordum. Bilemedi, sinirlendim. Atatürk senin yaşında senden çok daha çalışkandı. Onu kendine örnek al öyle çalış” diye çıkıştım. Çocuk gözlerini gözlerime dikti ve çok doğru öğretmenim. Atatürk sizin yaşınızda iken de Cumhurbaşkanı olmuştu.”
Ve en akıllısı buymuş:
“Yaşlı bir tüccar emekliye ayrılıyordu. İşini, iki oğlundan hangisine bırakacağına bir tecrübe sonunda karar vermek istedi. Böylece, her ikisine de belirli fakat çok az bir para vererek dedi ki: ‘Bu para ile evi dolduracak bir şey alınız.’
Çocuklardan büyüğü hemen pazara gitti, ve elindeki para ile çok miktarda satın alabileceği şeyin saman olduğunu öğrendi. Samanları eve getirdi, fakat onlar evin döşemelerini kaplayacak yeterlikte bile değildi.
Çocukların küçüğü, babasının kendilerine ancak akıl ve kurnazlıkla yerine getirilebilecek bir iş verdiğini düşündü, ve ne yapması gerektiğinde uzun uzadıya durduktan sonra elindeki para ile, mümkün olan sayıda mum satın aldı. 
Onları eve götürdü, her odaya bir tane koydu ve yaktı. Mumların ışığı bütün evi aydınlatmıştı.
“Oğlum, işimi sana bırakıyorum,” dedi, babası. “Sen aklını kullanmasını biliyorsun.”
Ve bu bölümü kapatırken bir dergiden kestiğim şu sözleri birlikte okuyalım:
“Nesiller, devlerin omuzlarına oturmuş cüceler gibidir. O omuzlar üzerinde, öncekilerin gördüklerinden daha fazlasını ve daha uzaktakileri görebilirler.”
Bu medya ile, bu vurdumduymazlık, bu kültür erozyonu, bu dejenerasyonla herhalde bizimkiler değil !..
İnşallah yanılmış olayım. Ama bir yerde hiç yanılmadım, o da insanın en güzel yıllarının çocuklukta olduğunda... 
Ustalarım  M.Zeki Akdağ ile Ayhan İnal’ın, “gizli şair” dedikleri benim can dostum gazeteci Cemil Özyıldırım’ın “Çocukluk Özlemi” adlı şiirini okursanız, bana hak vereceksiniz.

Ahh... ben de çocuk olsaydım
Parktaki salıncaklara binerdim
Ellerim ceplerimde dolaşıp
İstediğim şarkıları söylerdim

Ahh... ben de çocuk olsaydım
Uçurtma uçururdum kırlarda
Annemin ekmeğe sürdüğü yağı
İştahla yerdim sokaklarda

Ahh... ben de çocuk olsaydım
Dertsiz, kaygısız olurdum
Geceleri masallar dinleyip
Düşler içinde uyurdum

Ahh... çocuklar bir zamanlar
Ben de sizin kadar hürdüm
Bilseydim yaşamın böyle olduğunu
Büyümeden ölürdüm

<