M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

KALBİMİZ BAŞKA SÖYLÜYOR AKLIMIZ BAŞKA -2

Mazlumu,zulme rızası olmayanı, hak ettiğini alamayanı, duyduğu bir zulmü duyurmak isteyeni, hak edilenin hak edene verilmediğini görenip dillendireni, yanlış giden birşeyleri düzeltmek isteyeni anlıyorsunuz ama, adaleti tesis etmesi gerekenin, hakkı inşa etmesi için görevli olanın, haksızlığa yol açanın da eleştirmesi aklımın midesini bulanıyor. 

Tahammülünüzü aşan bu tabloyu eleştirmenin adı ise ihanet, az ileride bizi bekleyen muhtemel tehlikeyi ifade etmenin fitne, gerçeği söylemenin adı sadakatsizlik oluyor ve toplum; birleşmesi, kenetlenmesi gereken konularda ayrışıp milyon parçaya bölünerek, sevgi ve itaat kavramlarını “paket menü” haline getiriyor. 

Böylece hak, hukuk, adalet, hakkaniyet kavramları “taraf” haline geliyor. Bu taraftarlık algısı bilgiyi değil, duyguyu harekete geçiriyor. Yani “taraf” olan, ya sevdiğine itaat ediyor ya da itaat ettiğini sever hale geliyor. 

Sonuçta da bilgi ve duygu birlikteliği ile ibret ve irfana uzanmamız gerekirken; mağdur ola ola gönüllerde bulduğumuz karşılığı mağdur ede ede yitiriyor; uğradığımız zulümlerle kurduğumuz adalet  mevzilerini yaptığımız adaletsizliklerle yıkıyoruz.

Oysa ki Kitabullah’ın işaret ettiği “salih” kul; bir yüzüyle sulha öbür yüzüyle ıslaha bakan kuldur ve Rahman ancak onları yeryüzünün mirasçıları ilan etmiştir.  

Bu yüzdendir ki topluma onların mevcut ihtiyaçlarını gözetmeden rağbet ettikleri şeyleri verip “adam olmaya” değil, “kendilerine” çağıran ama sulhu gözetmeyen ıslahçılar veya ıslah derdi olmayan sulhçular “salih” olma misyonunu elde edemezler, edemeyeceklerdir de.  

Bu nedenle hasret ve hararetle aranmayan; içerisinde dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmaksızın kainatın yaradılış sebebi olan sevgi ve merhameti barındırmayan ve hatta bunları öteleyip ötekileştiren bir algıyı kendi tekelinizden haykırsanız da, “hakikat” olarak göremezsiniz. Çünkü bu, cennetperestliği ihsanın önüne çeker ve “taraf olma” algısını beslediği için yeryüzünü “herkes için” cennet kılma idealini katleder. Geriye ise doğamayacak ve zaten ölü olan bir fetüsün doğum sancısı kalır. 

İşte bugünkü “eleştiri” kültürümüz de, bu “ölü fetüs” üzerinden hayat buluyor. Zira “bilgiyi eşitleme” çabası içinde, “duyguda birlikteliği” erteliyoruz.

Tarihimize baktığımızda bunun en bariz örneğini “Alevi-sünni” çekişmesinde görebiliyoruz. Son bin yıllık tarihimiz içinde yazılı ve sözlü ekola baktığımızda, yazılı ekolün savunucusu olan “sünnilik”, bilgiyi kutsadığı için; sözlü ekolün savunucusu olan “Alevi”lik de “duygu”yu kutsadığı için bu kavga yüzyıllardır devam ediyor. Çünkü sünniler bilgide, Aleviler ise duyguda birlikteliği sağlamaya çalışıyorlar. 

Biz ise duygusal birliğin bilgisel birlikteliği de beraberinde getireceğini yazık ki atlıyor; bilgide müşterek kalamadığımız için de “ötekini” eleştiriyoruz.

Sadece verdiğim bu örneği toplumsal tüm sorunlarımıza uyarlayın, ne demek istediğimi gayet net anlayacaksınız. 

Ben” ve “sen” kavgasının tek sebebi bu; çünkü, kimse ilke ve hakkaniyet kantarına tek başına çıkmak istemiyor. Bu yüzden de herhangi bir çocuğun “benim babam senin babanı döver” tarzı üzerine bina ettiğimiz konuşma kültürümüze nispet kıldığımız atalar, önderler, isimler üzerinden avunarak hayatımızı da, dünyayı cennete çevirme idealimizi de, yegane kurtuluş şansımızı da “eleştiri” üzerinden heba ediyoruz. 

(Devam edecek)

<