KALBİMİZ BAŞKA SÖYLÜYOR AKLIMIZ BAŞKA -1
Hasret ve hararetle aranmayan; içerisinde dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmaksızın kainatın yaradılış sebebi olan sevgi ve merhameti barındırmayan ve hatta bunları öteleyip ötekileştiren bir algıyı kendi tekelinizden haykırsanız da, “hakikat” olarak göremezsiniz. Çünkü bu, cennetperestliği ihsanın önüne çeker ve “taraf olma” algısını beslediği için yeryüzünü “herkes için” cennet kılma idealini katleder.
Köylünün biri bir sıkıntısını danışmak için İmam Ebu Hanife’nin ders verdiği mescide gelerek içeri girer. O esnada namaz kılınmaktadır. Hemen İmam’ın arkasında saf tutar ama az sonra aklına eşşeği gelir. Zihninde binbir endişe eşşeğin yularını sağlam bağlayıp bağlamadığı meşgalesi ile namazını tamamlar. Namaz biter ama, adam namazın hakkını eda edememiş olmanın üzüntüsü içinde iki büklüm olmuştur.
Çekilen tesbih, edilen dualardan sonra sıra sohbet faslına gelir ve bizim adamcağızın namazda yaşadığı sıkıntı, anlatmak için geldiği derdinden baskın çıkar ve İmam’a sorar;
“Kapıda bir tane eşşeğim var, namaz bitene kadar aklım onun yularını sağlam bağlayıp bağlamadığım ile meşgul oldu. İçeri girerken gördüm, senin ise kapıda bir düzine atın var. Ben bir eşşeğin derdi ile namazımın hakkını eda edememişken, sen onca atın varken nasıl kıldırdın namazı?”
İmam tebessüm eder ve cevap verir;
“Sen eşşeğini gönlüne bağlayıp mescide gelmişsin, biz ise bineklerimizi gönlümüze değil, kapıya bağladık”
İrfani bir bakışı gözümüzün de gönlümüzün de içine sokan bu yaşanmışlığın verdiği mesaj bence çok net;
“Konuşmak dilin, salih amel halin, iman ise kalbin işi”
Yani bunlar tam olursa kişi, kalplere nüfuz ediyor. Ama biz bunların “nereye”sini bırakmış “nasıl”ına karar vererek, işin sadece konuşma kısmındayız sanki.
Zira; siyasetçimiz, arifimiz, alimimiz, tüccarımız, dervişimiz, imamımız, hocamız; bilenimiz, bilmeyenimiz, görenimiz, görmeyenimiz, duyanımız, duymayanımız velhasılı kelam herbirimiz hiç durmadan konuşuyor, konuşuyor, konuşuyoruz.
Karşıya karşıya olduğumuz problem(ler)in ne kadar büyük olduğunu siyasetçimizin ses tonunun ne kadar yüksek olduğundan; arifimizin hiçbir şey bilmediğini, bizim bilmemiz gerekeni değil, kendi bildiği herşeyi ifade etmek için çırpınışından anlıyoruz. Alimimiz ne zaman ‘ol’maktan bahsetse, dudağından dökülen sözler ne kadar olamadığını itiraf ediyor sanki.
Çünkü, kalbimiz başka söylüyor, aklımız başka. İmanımız başka bir yere çağırıyor, yaşadığımız zaman başka bir yere. İçimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımız ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi. Kimsenin kimseye el uzatası yok, derdiyle dertlenesi yok, itimadı yok. Kriz geçirip son nefesini vermek üzere olan hastanın kalbine masaj yapmayı bırakmış saçlarını taramakla meşgulüz.
Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir mekânda toplanmış ve bir anlaşmaya bilmeden hep birlikte imza atmış gibi konuşmalarımızın hemen tamamı ise “eleştiri” üzerine. Aksaklıkların, eksikliklerin, yanlışların, acıların, gözyaşlarının sebebi olanlar da; elini ve yüreğini taşın altına sokup bir şeyler yaparak bunları düzeltebilecek olanlar da sadece “eleştiriyor”.
(Devam edecek)