İŞİN İÇYÜZÜ / EGZOS'LU KENTİN PLAKALARI
Yıllar önce renkli kişiliğiyle, tok sözlü, cesur tavrı , asker eğitimli, Babı-âli kaldırımı çiğnemiş,matbaa mürekkebi kokusuna alışmış, seçkin konularla gazetesine okur kazandırmış yiğit bir kalem erbabı vardı.. Eskiler erbab-ı kalem derlerdi. Yani Kalem sahibi.
İsmi Tevfik Pars Piremehmetoğlu idi.
Gerçekten de kısa boyu, iri kıyım yapısına rağmen pire gibi, hareketli bir insandı. Bazen, geniş kenarlı şapkasıyla panamalı tipini andırırdı.
Göztepe’de, çimenzar semtinde babadan kalma, tarihi beyaz bir köşkte otururdu. Kalbur üstü çevresiyle, mimari bir güzellik taşıyan bu mekanda sohbet dolu günler geçirilirdi. Ünlü şairlerin, yazarların doyumsuz sohbetlerinde, İstanbul’u sahiplenme duygusu yaşanırdı.
Köşkün yazarlar kafilesinde Babı-âli’nin filozof düşünceli usta kalemi Turgut Fethi’in “İstanbul” şiiri okunur, büyülü şehir üzerinde durulurdu. İstanbul’un, mimari dokusundan uzaklaşmaması için koruyucu önlemler tartışılırdı.
Günlerden bir gün, Tevfik Pars, bu duygularının kabaran ilhamının sesine uyarak ilgili makamlara şöyle bir dilekçe uzattı:
“…………………………………sizlere arz ettiğim sebeplere istinaden “İSTANBUL’UN ESTETİK MİMARİSİNİ KORUMA KURUMU” adı altında bir dernek kuracağımdan gerekli iznin verilmesi” şeklinde müsaade talep etti. Dernek formaliteleri tamamlandıktan sonra köşkün bir bölümünü bu kuruma tahsis etti.
Eski yazarlar, İstanbul’un güzelliğini şiirlerle korumaya, kollamaya çalışırlardı. Martı kanatlarının süzüldüğü noktalardan bakıldığında, İstanbul renk renk değişen bir tül gibi dalgalanırdı. Bu cazibe merkezi şehri, ilerde çirkinleştirenler olabileceği endişesiyle şair Turgut Fethi, duygularını Allah’ın himayesine şöyle sunuyordu.
İSTANBUL
I
Bir tepeden bakmış da sana Yahya Kemal,
“ Gönül tahtıma gönlünce kurul” demiş İstanbul.
Nedim, daldıkça zevk-i sefaya Sadabat’da,
Her rengine Acem mülkünü etmiş feda.
Boğaziçi’ne aşık Orhan Veli Kanık,
Heybeli’de hikayeler dizmiş martılarına Abasıyanık.
Kim ne yaparsa,
Ne söylerse söylesin senin için.
Gelin duvağı,
Kıvrım kıvrım kıyıların,
Dilber dudağı koyların,
Kuş yumurtaları sanırsın,
Mavi folluğa bırakılmış adaların,
Yaratılmış ilahi bir elle
II
İki deniz delici seviştiği yerde,
Uygarlıklar çiçek açmış koyunda,
Al,
Mor,
Sarı,
Mavi,
Ve karışmış birbirine,
Bu cennet bahçenin gülleri ve lâleleri,
Bir yanda,
Köhne Bizans’ın dişleri dökülmüş surları,
Diğer yanda,
O mağrur Roma’nın toprağa düşmüş saray kalıntıları,
Ve uzanıp yükselerek bunların arasında göğe,
Birer kalem misali,
Beş vakit Allah’a dilekçe sunan,
III
Devlet-i Osmani minareleri,
Üzerinde ak güvercinler uçuşan,
Selatin camilerin o kurşun kubbeleri.
El açmış, sonsuz boşluğa yalvarıyor selviler,
Gölgesinde bir tatlı huzur bulmuş,
Mezarlıklar, türbeler..
Dönem dönem estikçe tarihin haşin kasırgaları,
Kazırmış,
Kıpkızıl olmuş kılınçlardan damlayan kanlarla,
Tarih sayfaları..
Sana vuslat yolunda kopan başlardan,
Top gürlemeleriyle kalelerinden düşen taşlardan
Sesler gelir hala mevsim rüzgarlarından..
Zaman zaman,
Hükümdar ayaklarına yayılmış,
İpek bir halı misali,
Zaman zaman,
Huylu, yumuşak, ince, zarif bir sevgili,
Bazen de, yeleli Anadolu arslanı gibi,
Kükremiş gürlemiş İstanbul.
Sana “Kırk kocadan arta kalan bive-i bakir”,
Demiş olsa da Fikret,
Sen onu affet!
Hurilerin kocası olur mu hiç,
Olmaz haşa!
Seni cennete örnek indirmiş Hak Tealâ.
Şimdi, düşünüyorum da, İstanbul’un estetiği kaldı mı? Diye.. O dönemler girişken kişiliğiyle her kapıyı aşındıran Tevfik Pars Piremehmetoğlu, bir arpa boyu yol almadan yaşamdan göçüp gitti.. İstanbul yerinde kalmasına kaldı ama, çehresine yapılan sun’i makyajlarla, artık şairleri etkilemeyen bir kent oldu..
Gözlerimizin önünde araçlar ve plâkaları.. Her çeşit taşıt, sel gibi akıyor..
Pek yakında, araç plakalarına yazılacak harf ve rakamlar da tükenecek.
-İşte, egzos’lu kent İstanbul bu.