‘FAİLİ MEÇHUL’ KÖTÜLÜKLER (1)
Sevdiğim ve yazılarımın sıkı takipçisi olan bir okuyucuma “kendini doğurmak” diye bir ifade kullanmıştım kısa bir süre önce. “Bir insan kendini nasıl doğurur ki?” diye sorunca söz vermiştim kendisine, “kendini doğurmak” nedir, yazacağım diye!
Hepiniz takdir edersiniz ki hiç kimse bizi bizden daha iyi tanıyamaz.
Aynaya her bakışımızda veya kendimizle kalabalık kaldığımız her zaman diliminde etrafımızı saran, içimize sızan ve zaman içinde derinliklerimize kök salmaya başlayan, kendini gözümüzde sürekli önemsizleştiren ve dolayısıyla bizi gevşeterek, tedbir almak konusunda bir irade sahibi olmamızı sürekli engelleyen ama kendimize itiraf bile etmekten imtina ettiğimiz yanlışlarımız, kusurlarımız, eksikliklerimiz, hatalarımızın, günahlarımızın yani ‘kötülüklerimizin’ hepimiz farkındayız çünkü.
Müthiş bir kamuflaj yeteneği ile kimseciklere görünür olmamalarından, kendilerini iyi gizlemelerinden dolayı gizli bir hoşnutluk içinde olsak da her insan vicdan denen acımasız yargıcın karşısına dikildiğinde hakkında verilecek hükmü az çok biliyor ve bu konuda ‘kendisi hakkında’ mutlak bir kanaat sahibi kanımca.
Evet; örtmek, ötelemek, ertelemek, yok saymak, görmezden gelmek nefsimizin çok iyi oynadığı, kurallarını çok iyi bildiği ve numaralarını bize en iyi yedirdiği oyunlardan. Bu akli oyunların yenilen tarafı hep biz olduğumuz için, ‘kötülüklerimizi’ nefsimizi (yazık ki) vicdanımıza imam kılan beşeriyetimizle örtbas ediyor; başkalarının üstüne atarak, başkalarında teşhir ederek, başkalarının tabiatıymış gibi göstererek uzakta tutuyoruz kendimizden.
Ancak bunu yaparken aslında kalbimizi öldürdüğümüzü, bize varoluşumuzla yüklenen ‘tevhid’ çipini kirlettiğimizi; kirlenmediği, üstü örtülmediği takdirde yaratıcımızın sesi olan vicdanımızı katlettiğimizi; bizi yaratılanlar içinde ‘eşref’ konumuna getiren aklımızın üzerindeki çıkar odaklı kirimizi, pasımızı ‘her ne hikmetse’ fark edemiyoruz.
Zira (başta kendi nefsim) her birimizin hareketlerinin, sözlerinin, yargılarının, ithamlarının, ihtiraslarının, özensizliklerinin, nezaketsizliklerinin, bencilliklerinin yanisi tonla zarar ve ziyanının hayatın özüne nasıl fenalıklar getirdiğini, kötülüklere hangi kötülükleri eklediğini, kötülükleri nasıl çoğalttığını düşünmüyor, bunun muhasebesini yapmıyor; kimbilir, belki de yapamıyoruz. Bu yüzden de kendimizi yaşanan hiçbir olayda, kurulmuş hiçbir cümlede, kötülükle uzaktan yakından ilgili hiçbir yüklemin öznesi olarak görmüyor; herkesi yakasından tutup sokmak için can attığımız ve bu sayede de (sözüm ona) vicdanımızı rahatlattığımız insanlık imtihanına kendimiz hiç girmiyor; hak ve adalet kantarımıza bir türlü yalnız başımıza çıkma cesaretini gösteremiyoruz.
Sonuçta da yaşanan onca kötülüğü üstlenen kimse olmadığı için, hepsi otomatik olarak birer ‘faili meçhul’e dönüşüyor. Çünkü herkes iyi, herkes mükemmel, herkes doğru, herkes tertemiz olunca bunca kötülüğün sorumluluğunu üstlenecek, bunun özeleştirisini yapacak tek bir suçlu, tek bir fail, tek bir sorumlu ortaya çıkmıyor. Doğal olarak da kötülük; hep bir başkasının suçu, fiili, tabiatı haline geliyor.
Bu faili meçhul(!) “kötülük(ler)” yaygınlaşarak kolektif bir hal alıyor, hayatı çürüterek tüm toplumu kanser hızıyla adım adım nefessiz bırakıyor.
İşte benim okuyucuma sözünü ettiğim ve her fırsatta dile getirdiğim “kendini doğurmak” dediğim şey , tam da burada devreye giriyor.
“Kendini doğurmak”, yani; eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, çocuklarımız, sevdiklerimizden başlayarak toplumun her kesiminde meydana gelen üzücü bir olayda, kazada, ölümde, musibette, cinayette, hırsızlıkta, samimiyetsizlikte, gıybette, dedikoduda, iftirada kısacası aklınıza gelebilecek ve bizim “kötü” olarak sıfatlandırdığımız her şeyde “benim payım ne, ben bu işin neresindeyim” gerçeğiyle yüzleşip bu yüzleşmeye hayatında can verebilmek.
Misal; anne ise çocuğunun hatasıyla; öğretmen ise öğretemediği öğrencisiyle; avukat ise tartamadığı adalet terazisiyle; imam ise yapamadığı kanaat önderliğiyle; hakim ise kader biçen hükmüyle, tüccar ise ölçüsüyle; müteahhit ise vicdanıyla yüzleşebilecek.
Herkes kendini doğurduğunda; öğretmen mesleğini çoluk çocuğunun nafakası için sınıfta ders anlatmaktan ibaret bilmeyecek, doktorumuz hastasını ekmek kapısı gibi görmeyecek, avukatımız suçlu olduğunu bildiği müvekkilini berat ettirmeyi başarı saymayacak, imamımızın mahallenin berberinden farkı olacak; siyasetçimiz işgal ettiği koltuğu yakınlarına istihdam alanı olarak parsellemeyecek, bürokratımız işi kitabına uydurmayı işin kitabından daha iyi bilmeyecek,memurumuz mesai saatini lak-lak’la doldurmayacak, işçimiz mesaisinin içini lakaytlıkla boşaltmayacak, müteahhitimiz zalim , tüccarımız üçkağıtçı, dilencimiz milyoner, annemiz duasız olmayacak.
Yani hak ve adalet kantarına kendimiz bir başımıza çıkmadıkça, gerçeklerimizle yüzleşmedikçe, kendi kalbimizin elinden tutup onu secde secde gözyaşı ile temizlemedikçe, pişmanlıklarla yoğurmadıkça, tövbelerimizle süslemedikçe; içimizdeki karanlıkları aydınlığa boğmak için “bismillah” demedikçe hiçbir şey düzelmeyecek.
“Peki bizim atamız, dedemiz, babamızın yaşamsal sürecinde nasıl oldu da kötülük bu kadar yaygın değildi; yaygın olan yerlerde ise faili belli idi?” diye sorarsanız…
“Biz hayatla bağlantımızı kaybetmiş insanlarız.” der Dostoyevski “Yeraltından Notlar” adlı yapıtında ve ekler;
“Hepimiz sakatız! Bağlantılarımız o kadar kopuk ki; gerçek hayata karşı tam bir tiksinti duyuyoruz. Bu yüzden de bize bunu hatırlatan insanlara kızıyoruz. Hatta o kadar ileri gittik ki, ‘gerçek hayat’a tam bir yük olarak bakıyoruz”
Çok uzun yıllar önce yazılmış bu sözlerin penceresinden geçmişe kısa bir yolculuk yapalım hep birlikte, sorduğumuz soruya cevap bulabilmek adına;
Zihin koridorlarında taş çatlasa on beş yıl öncesine kadar gidip ‘vaktimizi doldurmak’ adına çaba gösterdiğimiz ve bu çabanın huzurunu gece uykuya yenik düşen gözlerimize teslim olmadan evvel “madalya” diye göğsümüze taktığımız zaman dilimlerini anımsayacaklardır otuz, otuz beş yaş üstü okuyucu ve takipçilerim.
(Devamı yarın)