CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

DUT

Çocuktum. Dut mevsimiydi…

Koştum dut ağaçlarının altına.Çimenlerin üzerine düşen dutları ayıklayıp ağzıma atıyordum.

Fark edemedim. Duta çimenin dikeni girmiş. Diken de boğazıma takıldı. 

Su içtim ,ekmek yedim  diken boğazımda takılı kaldı. Gitmiyor. Yutkunmak istiyorum  yutkunamıyorum, batıyor.  

Doktora babam olmadan nasıl giderim?.. Bir kere param bile yok! 

Babam fabrikada, gündüz  vardiyasında . Öğleden sonra üçte işten çıkacak.

Naçar , saat üçe kadar bekledim. 

Mensucat fabrikası evimize yakındı. Akrep 3’ü vurunca fabrika önüne koştum.  Rahmetli babam  üçte çıktı. Babamın elini tutarak boğazımı gösterdim. Babam güldü;

-Bir şey olmaz oğlum şimdi doktora gideriz,dedi.

Fabrika elbisesiyle bir KBB doktoruna gittik. 

Doktor iki kişiyle pencerenin önünde oturuyordu. Pencerenin önüne çevirdikleri koltukta oturuyorlardı.  

Doktor kalktı. Alnına taktığı ışık ile boğazıma baktı. Elindeki cımbız ile boğazıma takılı dikeni alırken; 

- "Bunun boğazına diken değil,beş lira kaçmış " dedi. 

Babam ;

-" Olabilir beg" dedi. 

İş elbisesiyle gelmişti.Elini cebine attı. Üç  lira vardı. 

"-Begim hazırlıksız gelmişim" dedi. Doktor babama ;

- " Neden başında  söylemedin ?" dedi.  

Rahmetli babam ,onurlu bir adamdı. Çok okumuştan, çok makam mevki sahibinden daha adam gibi adamdı. Canı sıkıldı; 

" Beg şimdi başta söyleseydim, çocuğa  bakmayacak mıydın?  Bu çocuk ölecek miydi ?" dedi.

Doktor ense kelle yerinde bir adamdı. Üç  lirayı aldı,  masanın üzerine bırakırken, arkası bize dönük  koltuklardaki  iki  kalantor misafirine  dönerek ;  

" Bunlar böyle, dedi. Hem paraları yok hem de  dilleri de uzun" dedi. Diğer begler hep birlikte başlarını salladılar,

Bütün babaların olduğu  gibi  benim babamın elleri de demirden yumruktu. Yumruğunu sıktı. Bana döndü;

 " Git oğlum, çarşıdaki filan esnaftan iki lira al da gel" dedi. Babam şehirde itibar sahibi adamdı. Herkes saygı duyardı. 

Koştum gittim bir esnaftan iki lira aldım. Babama verdim. Babam iki lirayı doktora verdi.

Dışarı  çıktık... 

Malatya'da bir zamanlar ben Atatürkçüyüm, devrimciyim, münevverim,  diye etiket basan    okumuş kesim,  içinden çıktığı halkı, işçiyi, emekçiyi hor ve hakir görürdü.  

Eğitim sistemi bunlarda ciğer bırakmamıştı. Kapitalizmin bunlara vaad ettiği cennet, vefasız, insanlık değerlerinden yoksun  bir dünyaydı. 

Şimdi gidiyorum şehrin içine, o eski adam sarrafı olmuş esnaf yok. Sahiplerini tanımıyorum.   

Kurt kuş yesin, hayrat edene dua etsin diye dikilmiş dut ağaçlarının yerinde yeller esiyor…

Fabrikaya doğru gidiyorum. Fabrika yok. Dumanı tüten baca yok.  Saat kulesi ne zaman yıkıldı?  Fabrikanın yerinde kocaman bir AVM, biraz ilerisinde Hilton oteli.

Mevsimlerden bahar ,aylardan mayıs haziran olunca  fabrika önünde  gözlerim rahmetli babamı arar. Babam elini iş elbisesinin geniş cebine atar iki lira aranır. Bulamayınca ; 

-Koş git esnafa , babam iki lira istedi de, dediğini duyar gibi olurum.  

Gitsem  esnafa.  Mağazada   sırtını  kasaya vermiş veresiye vermeyen  ağzı purolu , bacak bacak üzerine atmış şişko kalantor  tüccar, hiç de tanıdık değil…

Çocukluk arkadaşım, şehre  gelmiş, beni görmüş. Eskiden olduğu gibi arkamdan durup gözlerimi elleriyle kapayıp soruyor; 

-Silem mi, süpürem mi?  Süpürdükten sonra  gözlerimi açıyorum.  Bakıyorum ,ilkokul arkadaşım Ali…

- Ali sen buralara gelir miydin? 

Mayıs-haziran ayları  tatlı aylardır. Gelen geçen yolcu kuş ,börtü böcek  yesin diye hayrat edilen dut ağaçlarının mevsimidir.  Benim için ise  biraz  hüzünlüdür… 

<