DUT
Çocuktum. Dut mevsimiydi…
Koştum dut ağaçlarının altına.Çimenlerin üzerine düşen dutları ayıklayıp ağzıma atıyordum.
Fark edemedim. Duta çimenin dikeni girmiş. Diken de boğazıma takıldı.
Su içtim ,ekmek yedim diken boğazımda takılı kaldı. Gitmiyor. Yutkunmak istiyorum yutkunamıyorum, batıyor.
Doktora babam olmadan nasıl giderim?.. Bir kere param bile yok!
Babam fabrikada, gündüz vardiyasında . Öğleden sonra üçte işten çıkacak.
Naçar , saat üçe kadar bekledim.
Mensucat fabrikası evimize yakındı. Akrep 3’ü vurunca fabrika önüne koştum. Rahmetli babam üçte çıktı. Babamın elini tutarak boğazımı gösterdim. Babam güldü;
-Bir şey olmaz oğlum şimdi doktora gideriz,dedi.
Fabrika elbisesiyle bir KBB doktoruna gittik.
Doktor iki kişiyle pencerenin önünde oturuyordu. Pencerenin önüne çevirdikleri koltukta oturuyorlardı.
Doktor kalktı. Alnına taktığı ışık ile boğazıma baktı. Elindeki cımbız ile boğazıma takılı dikeni alırken;
- "Bunun boğazına diken değil,beş lira kaçmış " dedi.
Babam ;
-" Olabilir beg" dedi.
İş elbisesiyle gelmişti.Elini cebine attı. Üç lira vardı.
"-Begim hazırlıksız gelmişim" dedi. Doktor babama ;
- " Neden başında söylemedin ?" dedi.
Rahmetli babam ,onurlu bir adamdı. Çok okumuştan, çok makam mevki sahibinden daha adam gibi adamdı. Canı sıkıldı;
" Beg şimdi başta söyleseydim, çocuğa bakmayacak mıydın? Bu çocuk ölecek miydi ?" dedi.
Doktor ense kelle yerinde bir adamdı. Üç lirayı aldı, masanın üzerine bırakırken, arkası bize dönük koltuklardaki iki kalantor misafirine dönerek ;
" Bunlar böyle, dedi. Hem paraları yok hem de dilleri de uzun" dedi. Diğer begler hep birlikte başlarını salladılar,
Bütün babaların olduğu gibi benim babamın elleri de demirden yumruktu. Yumruğunu sıktı. Bana döndü;
" Git oğlum, çarşıdaki filan esnaftan iki lira al da gel" dedi. Babam şehirde itibar sahibi adamdı. Herkes saygı duyardı.
Koştum gittim bir esnaftan iki lira aldım. Babama verdim. Babam iki lirayı doktora verdi.
Dışarı çıktık...
Malatya'da bir zamanlar ben Atatürkçüyüm, devrimciyim, münevverim, diye etiket basan okumuş kesim, içinden çıktığı halkı, işçiyi, emekçiyi hor ve hakir görürdü.
Eğitim sistemi bunlarda ciğer bırakmamıştı. Kapitalizmin bunlara vaad ettiği cennet, vefasız, insanlık değerlerinden yoksun bir dünyaydı.
Şimdi gidiyorum şehrin içine, o eski adam sarrafı olmuş esnaf yok. Sahiplerini tanımıyorum.
Kurt kuş yesin, hayrat edene dua etsin diye dikilmiş dut ağaçlarının yerinde yeller esiyor…
Fabrikaya doğru gidiyorum. Fabrika yok. Dumanı tüten baca yok. Saat kulesi ne zaman yıkıldı? Fabrikanın yerinde kocaman bir AVM, biraz ilerisinde Hilton oteli.
Mevsimlerden bahar ,aylardan mayıs haziran olunca fabrika önünde gözlerim rahmetli babamı arar. Babam elini iş elbisesinin geniş cebine atar iki lira aranır. Bulamayınca ;
-Koş git esnafa , babam iki lira istedi de, dediğini duyar gibi olurum.
Gitsem esnafa. Mağazada sırtını kasaya vermiş veresiye vermeyen ağzı purolu , bacak bacak üzerine atmış şişko kalantor tüccar, hiç de tanıdık değil…
Çocukluk arkadaşım, şehre gelmiş, beni görmüş. Eskiden olduğu gibi arkamdan durup gözlerimi elleriyle kapayıp soruyor;
-Silem mi, süpürem mi? Süpürdükten sonra gözlerimi açıyorum. Bakıyorum ,ilkokul arkadaşım Ali…
- Ali sen buralara gelir miydin?
Mayıs-haziran ayları tatlı aylardır. Gelen geçen yolcu kuş ,börtü böcek yesin diye hayrat edilen dut ağaçlarının mevsimidir. Benim için ise biraz hüzünlüdür…