SELAMİ TURGUT GENÇ

SELAMİ TURGUT GENÇ

AKLIN VİTES KUTUSU KARIŞMASIN..

Hafızalarımızı  1950’li yıllara kaydıralım. Demokrasiyi ilke edinerek kurulan Demokrat Parti’nin amblemi “kıratı” gösteriyordu. Halk, tek partili dönemin altıok’undan sıyrılarak at heyecanına bürünmüştü. Kırat ambleminden duygu paylaşımı içine giren halk, demokrasinin ne olduğunu soranlara “demirkırat” cevabı veriyordu. Bu anlatım şekli beraberinde övünmeyi de getiriyordu.

Demokrasinin tarifini sorduğunuzda halkın cevabı hazırdı:

“Biz demirkırat’ız.”sözü, zamanla partinin demokratlığını da unutturdu. Herkesin hükümeti anlamına gelen, demokrasiyle yönetilmenin arızaları da görülüyordu. Demokrasi fikrinin ve uygulamasının yanlış anlaşılmasıyla toplumsal aykırılıklar da ortaya çıkıyordu. Bürokrasinin egemen olduğu ve baskıya dönüştüğü yerlerde halk; bağımsız olduğunu düşünerek artık, devlet memurlarının huzuruna “elpençe” çıkmıyordu. Hükümet kapısında işi olanlar memurların karşısına ezilerek değil, dimdik çıkıyor, davet beklemeden oturduğu iskemlede ayak ayak üstüne atabiliyordu.

Ülkemizdeki demokrasi deneyimi böyle başlamıştı.

Demokratik sistemi uygulayacağını söyleyerek iktidara gelen parti ise sınıfsız toplum gibi kriterleri, sadece programlarında gösteriyor, tabana yaymıyordu. Kardeşlik, eşitlik uygulanıyordu ama, özgürlük için yeterli çaba sarf edilmiyordu. Meclis, seçmen kütlesinin zaafını “demirkırat” sembolüne bağlamakla, yurttaşlar arasında travmatik yöntemlere kayabiliyordu. Parti içinde oluşan grup, yasaların acımasız işleve dönüşmesine kılıf hazırlayabiliyordu.

Demokrasi derken sistem çürümeye itilebiliyordu. Ekonomik ve sosyal kavramlar, belirli bir metoda ve prensibe bağlanamadığı için eğitilmiş, eğitilmemiş kesimler arasında dengesizlikler yaşanıyordu. Demokrasi kelimesi, yurttaşın anlayışındaki “ata” resmiyle, örgütlü hale getirilmiş oluyordu. “yeter, söz milletindir..” sözüyle varlığını sürdüren yurttaşlar, demokrasi sınavından geçmesini beceremedikleri için koca bir iktidar devrilip gitmişti..

O günlere şahit olan genç bir gazeteci idim.. Demokrasi bayrağını açan liderin, halkın içinden çıkmadıkça, mücadele prensibi bir yerde “saman alevi” gibi kalır.

O günlere bakılırsa köprülerin altından çok sular akmıştır. Demokrasinin berelenen başı sargılanmış, ikibinli yıllardan sonra halk refah ve ümran eserlerle tanışmıştır. Avrupa Birliğine açılma süreci, dünya ülkeleriyle stratejik düzeyde ilişkilere geçilmesi, Türkiye’yi kabuğunun dışına çıkarmıştır.

Halk, toplumculuk biçiminin eski ve yeni değerleriyle birleştirici bir kimliğe kavuşturulmuştur. Çağdaş kalkınma düzeyinde kurumların yapılarına yeni ayarlar verilmiştir. Ekonomide farklı modeller geliştirildi. Milletin üzerindeki egoizm algıları dağıtılmış, her fert, kendi öz duyarlığına sahip hale getirilmiştir. Ancak, iktidar sahipleri, gemiyi her zaman emperyalizmin türlerinden birine bağlı rotayla seferde tutabileceklerini  zannederlerse açık deniz hatalarına kapılabilirler.

Halk, ihtiyaçları büyüdükçe, yapılanlarla yetinmez, daha fazla refah ve güven bekler. Devlet ile yurttaş arasına, aracı kuruluşlar yerleşirse, ekonomilerde de, kalkınan ülkelerde olduğu gibi “sert fren” atakları başlar.. Bencil kişilikler şartlandırılıp, ekonomilerin önüne engeller çıkartılır. Sosyal yaşam çevremizde, kıyaslamak ve düşünmek için olaylara tersinden bakmak daha akıllıca olur. Yalanlamak ve reddetmek için sahnelenen kurnazlıkları ayıklayabilirsiniz. Genel dengelenmek buna bağlıdır..

Gördünüz mü, demokrasi, demokratlık, demirkırat’lık derken, nereden nereye geldik.. Uzun sözün kısasını bir atasözüyle bağlayalım:

“Umutlarımıza göre vadeder, endişelerimize göre vâadimizi tutarız.”

(La Rock-Poucauld)

<