Ertan Yıldız

Ertan Yıldız

Yaşamın Kıyısında Bir 1938

Kendini iyi hissetmemek ve ölümü düşünmek.

Kaçınılmaz yok oluşun kişiyi ne zaman ve nerede yakalayacağının bilinmemesi çözülemeyen insanüstü bir gizemdir.

Vücudun isyanıyla gelen güçsüzlük ve üstün kabiliyetlerinin kısıtlanması, yatağa bağlanmak ve yıllarca büyük fedakarlıklarla biriktirdiklerinin, eserlerinin senden ayrılma zamanının yaklaşması… Çaresiz bir tükeniş, dönüşü olmayan bir yolculuk.

Elbette Mustafa Kemal 10 Kasım 1918’de Adana’dan İstanbul’a hareket ederken on gün önce teslim aldığı Yıldırım Orduları Grup Komutanlığının lağvedildiğini ve kendisinin Harbiye Nezareti emrine verildiğini bilen bir Osmanlı Paşasıydı. Ama tam yirmi yıl sonra bir Perşembe sabahı, altı padişaha ev sahipliği yapan ülkenin yekpare en büyük sarayında yerinden kımıldayamayacak kadar halsiz, derin bir uyku halinde hayatı son bulacak bir Cumhurbaşkanı olacağını asla bilemezdi.

Değişen bir dünyada çöken bir dinsel-geleneksel imparatorluktan yepyeni bir ulusu ve devleti yaratması bu yirmi yılın kısa özetidir. Bu özetin ilk dört yılı Mustafa Kemal’in kongrelerde örgütlediği ve muharebe meydanlarında kazandığı kurtuluşu getiren savaşı, son yılı ise  Mustafa Kemal’in hastalığıyla ciddi bir mücadele içine girdiği ve kaybettiği savaşı hatırlatmaktadır. Yazımızın konusu kaybedilen savaş, usta bir devrimcinin son hastalığıdır.

Bütün hayatında sürekli var olan zihinsel ve eylemsel hareketlilik, yeme, alkol ve sigara içme alışkanlıkları hastalığına gerekçe olarak sunulsa da O’nun kendi mizacının sunduğu yansımalar olarak bir bilincin ürünüydü, ömür mutlaka bitecekti, kendi iradesine göre yaşandı ve bitti.

Doktorları ve ilaçları çoğu zaman göz ardı eden Mustafa Kemal, 1936 sonundan itibaren genelde halsiz ve yorgun görünüyordu. Hafızası yakını hatırlamakta sık sık nankörlük ediyordu. Başı ağrıyor, eskiden olduğundan daha çok üşüyordu. Cildi soluklaşmış, yüzünün çizgileri derinleşmiş,  saçları kısmen dökülmüştü.  Azalan enerjisi ile daha az yürüyordu. Çankaya’da akşamları zevle oynadığı bilardonun ıstakasıyla artık zoraki bir iki vuruş yapıyordu.  Dolmabahçe Sarayı'na rahat etmesi için bir asansör konulmuştu. Ancak o günlerde veya sonrasında herhangi bir hastalığı olduğuna dair sağlığı üzerinde ne kendisi ne de doktorları ciddiyetle durmadı.

Bedenini tüketecek olan karaciğer yetmezliğine dair ilk belirtiler kendini 1937 yılında gösterdi. Önceleri seyrek meydana gelen ve gün geçtikçe çoğalmaya başlayan burun kanamaları için getirilen tedbir buruna pamuk tıkamaktı. Bacaklar başta olmak üzere vücudun değişik bölgelerinde gittikçe şiddetlenen kaşıntı hissi içinse merhem kullanılıyor, Gazi’nin hassas vücudunun köşkteki arsız karınca ve haşarattan etkilendiği düşünülüyordu. Ancak bu belirtileri karaciğer yetersizliğine bağlamak çoğu profesör ünvanlı doktorların bile  aklına gelmiyordu. 

Bu rahatsızlıklara eşlik eden depresyon Mustafa Kemal'in sinirlerini de çok germişti. Patlamaya hazır bir barut fıçısı gibiydi, çok alıngan olmuştu. Özellikle uzayan akşam sofralarını kısa süreliğine de olsa terk edenlere karşı bir yalnızlık kompleksi ve korkusu içinde tahammülsüzdü, kızgındı. 

Atatürk ölümünden 10 ay önce kaplıca sularından faydalanmak maksadıyla gittiği Yalova'da  bacak ve karnındaki kızarıklık ve kaşıntılardan yakınması üzerine yapılan muayenesinde karaciğer büyümüş ve sertleşmiş bulundu, teşhis konmuştu: Siroz. 

 

Ölümün soğuk yüzü kapıyı aralamıştı. Atatürk derin düşünceli, sessiz ve neşesizdi. Muharebe meydanlarının galibi hiç yenilmemişti, yenilmeyecekti. Doğaya direnecek, mücadele edecekti.

Yenilmediğini kendine ispatlamak için Bursa'ya gitti ve Sümerbank dokuma fabrikasının açılışını yaptı, gece onuruna düzenlenen baloda büyük bir ustalıkla vals yaptı, kollarını kanat gibi açarak harika bir sarı zeybek oynadı, ağız dolusu bir kahkaha attı, adeta ölüme meydan okuyordu. Alkışlar arasında selam ve reveranslarla salonu terk etti, sisli ve soğuk karanlık içinde bir müddet maiyetiyle yürüdü ama yorulmuştu. Kendisini adım adım takip eden arabasına bindi. İstanbul’a döndüğünde bitkindi ve ayakta zor duruyordu.  Mücadelesi pahalıya mal olmuş, zatürreye yakalanmıştı. 

İlerleyen hastalığa derman bulmak için Fransa’dan ilaç ve doktor getirildi. Atatürk’ün, tedavisine devamla kesintisiz istirahate, özel bir diyete ihtiyacı vardı ve kendisine yorulmaması tavsiye ediliyordu. Buna rağmen, 19-24 Mayıs tarihlerinde Hatay meselesi ile ilgili olarak sınır kentleri olan Mersin ve Adana ziyaretlerine çıktı. Dosta güven, düşmana korku verecekti. Takviye edilmiş birliklerin geçit törenlerini ayakta izleyerek güç gösterisi yaptı. Görev onun için hastalıktan daha önemliydi. 

Döndüğünde çok yorgundu, karnı ve ayakları şişmişti. Yatarak dinlenmesi gerekiyordu. Bir çocuğun oyuncağını beklemesi gibi beklediği ve kendisine hastane olduğunu söyleyerek hüzünlendiği yatındaydı. Dolmabahçe Sarayı'nın önünde demirlemiş Amerikalı bayan bir milyonerden alınan Alman yapımı 8 yaşındaki Savarona yatı deniz havasına yönelik nafile şifa arayışlarının bir parçası olmuştu. 

Haziran’da hastalık ilerlemiş ve önü alınamaz bir duruma gelmişti. Bacaklarında derman yoktu. Rüyasında gördüğü annesi “Hoşgeldin Mustafam” demekteydi. Öldükten sonra arkasında sorun bırakmak istemiyordu. Kendisine ve Milli Mücadele'ye düşman oldukları  gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılan yüzellilikler için af tasarısı çıkarılmasına izin verdi. Ziyaretler yasaklanmış,  sağlığın olumsuz seyrine istinaden hükümet her ihtimal konusunda uyarılmıştı.

Atatürk sık sık ateşlendiğinden,  teknenin sıcak ve basık ortamından daha rahat etmesi için 25 Temmuz gecesi tüm ışıklar söndürülerek koltuk üstünde Saray'a nakledilir. Gururu yürümek, vücudu yatmak istemektedir. Teknenin  istirahat odası buzlarla soğutulmaya çalışılmış, sarayda ise bu işlem Atatürk'ün yattığı odanın duvarları itfaiye tarafından ıslatılmak suretiyle sağlanmaktadır.

Karın suları artmaktadır ve bu sular alınmadan önce komplikasyon riskine istinaden vasiyetname hazırlanır. Vücuttan çıkan suyun çokluğu ile şaşıran Atatürk bir müddet rahatlamıştır. Bu dönemde sevindiği tek şey Hatay'ın bağımsızlığına kavuşması olmuştur. Odasındaki orman tablosu O’nda orman içinde basit bir ev özlemi uyandırmakta, öyle bir yere giderse iyileşeceğine inanmaktadır. 26 Eylül’de girdiği ilk koma ölümün ön seyridir. Gözleri donuk ve cansızdır. 

Bu esnada büyük bir savaş ben geliyorum diyordu. Almanya’nın Avusturya’yı işgali ile dışarıda Avrupa, devlet erkini kabullenmeme sebebiyle içeride Tunceli karışmıştı. Kendine geldiğinde dünya ve yurt siyaseti ile uğraşmak,  gelişmeleri dinlemek ve bir şeyler söylemek O’nu yoracak yerde hayat ışığı oluyor gibi gözüküyordu. 

Ekim’de Atatürk'ün ızdıraplı ısrarları karşısında karnından tekrar su alınır. Rengi sararmış, zor nefes almaktadır. İnsan Atatürk iyice zayıflamış ve küçülmüştür. Bir ümit diye çağrılan Alman ve Avusturyalı doktorlarda çare üretemez. Artık her şey bitmiş gibidir. Atatürk 29 Ekim törenlerine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yeni çalışma yılının açılışına katılmak için Ankara'ya dönmek ister, hatta sırf bu maksatla hipodromda şeref tribününe çıkışı kolaylaştıracak bir de asansör yaptırılır ama O yerinden kımıldayacak halde değildir. Tören günü Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinin gemiyle Dolmabahçe önünde yaptıkları coşkun sevgi ve bağlılık gösterisi bile onu kıpırdatamamıştır.

9 Kasım'da Atatürk ikinci komaya girmiştir ve artık uyanmayacaktır. Akla hayret veren bu büyük yetenek için perde kapanmıştır. Son sözleri doktoruna bilinçsiz bir bakışla “Aleykümselam” demek olmuştur. Erken bir vedaydı. Kurduğu parlamenter sisteme 1923-2018 arasında gelmiş geçmiş, ülke adına karar alıcı tüm Cumhurbaşkanları ve Başbakanların ömürlerinden daha kısa bir ömür.

Yaşamın kıyısında bir 1938’di. Ölümü istemedi ama ölümden de korkmadı.

Bir milleti yeniden inşa eden Atatürk’ün naçiz vücudu 80 sene önce ölüm uykusuna dalmışsa da O’nun çağdaşlaşma projesi olan Türkiye Cumhuriyetini sahiplenenler, uygarlığın yaydığı ışık altında sonsuza dek yaşama inanç ve kararlılığındadır. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ertan Yıldız Arşivi