ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

Kırk Ambar YAZIYI BEN İCAT ETMEDİM, AMA TÜRKÇE BENİM...

Konuşmayı yüce Allah yarattı da, yazıyı kim icat etti bilmiyorum. Her kafadan bir ses çıkıyor.
Bazıları "yazıyı Çinliler buldu" diyorlar. Bazıları "Sümerler," "Asurlular," "Mısırlılar" hatta bazıları da
"Türkler..."
Her kim olursa olsun, iyi ki icat etmişler. Hem bu öyle büyük icat ki, geçmişte olan biten ne
varsa, gelen nesiller, daha düne kadar en ince noktasını dahi, ancak ve ancak yazı ile
öğrenebiliyorlardı. Şimdilerde bilgisayarla birlikte kasetler, CD'ler falan çıktı da yazı eski itibarını
kaybetti, biraz rahatladı.
Ancak, "Söz uçar, yazı kalır" diyenler, ne kadar haklı çıkmışlar değil mi? Yazısız bir dünya
düşünebiliyor musunuz? Orhun Kitabeleri bugüne kaldı, kaldı da, o gün kitabeyi bağıra çağıra
okuyandan bugüne ne kaldı? Evet "Söz uçar, yazı kalır," kalır ama, böyle giderse galiba güzel
Türkçemizden, gelecek nesillere hiçbir şey kalmayacak!
Dilimiz, "manzara seyredeceğiz" diye uçurumun kenarına götürüp aşağıya yuvarlayanlara
rağmen dallara tutunmuş, düşmemek için şimdilik direniyor.
Dilimizi sahiplenmek durumunda olanlar, Türkçemizi öylesine harmanlayıp kendi
kendilerine yeni yeni şeyler üretiyorlar ki sormayın gitsin. Üretirlerken, en güzellerini de hiç acımadan
kaldırıp, atıyorlar. Dilimize demir atmış âdeta Türkçe olmuş öyle güzel sözcükler var ki, bunların
yerine yenisini koymak imkânsız. İmkânsız derken, kesinlikle olmazı kastetmiyorum. Koyarsınız,
koyarsınız ama halka kullandıramazsınız.
Türkçeyi önce sevmek gerekir. Dilimizi sevmezsek, Nejat Muallimoğlu Hoca'mın yazdığı gibi
"final öncesine/play off "gerginliğe/ stres atmak" deriz.
Atatürk, "Dil devriminin amacı, dilimizin kısırlaştırılması değil, genişletilmesidir" dememiş
miydi?
Rahmetli Nüvit Özdoğru'nun ifadesi ile "Bizimkiler gökte yıldız ararken, kör kuyuya
düşüverdiler." "Ben şimdi 70’lere ulaştım. Hem Türkçe, hem öz Türkçe hem yeni Türkçe, hem de
uydurukça biliyorum. Daha doğrusu bildiğimi sanıyorum. Hangi televizyon sunucusunu dinlesem,
hangi ünlü (!) yazarı okusam, şaşkınlığım artıyor, bildiğimi de unuttum. Öğrendiğimi de... Ben mecbur
muyum, kullandığım kelimenin kökünün Arapça mı, Farsça mı, Latince mi olduğunu araştırmaya...
Bunları araştırmaya kalksam ne konuşabilirim, ne yazabilirim.
Yaşayan dil, yaşar. O canlı bir varlık gibidir. Kıpır kıpır yerinde duramaz gelişir, gelişir.
Dil bilimcileri, dilde en önemli şeyin anlamdaş kelimeler olduğunu ve bu kelimeler sayesinde
dilin zenginleşeceğini söylüyorlar. Demek ki, kelimeyi pat diye kaldırıp atmayacaksın, toplayacaksın.
Biz, ilâmaşallah "görkem"i bulduk mu, "muhteşem"i; "sınav"ı bulduk mu, "imtihan"ı; "olanak"ı bulduk
mu, "imkân"ı kaldırıp atıyoruz. Hadi bakalım, "mecburi istikamet"i kaldırın da, "zorunlu yön"
deyiverin. "Zorunluluk" kelimesi o kadar ağrıma gidiyor ki, sanki kafama balyozla vuruyorlar; hiç şu
zarif "mecburiyete benziyor mu? Beğenmedikleri kelimelerin, hem ses uyumu, hem musikisi var.
İnsanlar bunu kullanıyor. Yâni yaşıyor, halk onu yaşatıyor. Şimdi dilimizde hem "devam", hem
"sürekli" kelimesi var. Siz seyrettiğiniz filmin veya okuduğunuz yazının devamı varsa, sonuna
"sürekliliği yarın" demezsiniz. Ne dersiniz? "Devamı yarın." Demek ki, anlamdaş kelime, dil hazinesini
artırıyor, geliştiriyor.
İngilizce'de 600 bini aşkın kelime bulunduğunu söylüyorlar. Bunların hepsi İngiliz menşeli mi?
Hayır! Gelgelelim, biz her kelimeye otopsi yapıp neşter vuruyor ve hastalık arıyoruz, "Acaba başka
dillerden mi geldi, hastalığı..."
Sonra kelime yaralanınca, vaveylayı koparıyoruz. Ne onu yaralamalıyız, ne de şikâyet etmeliyiz.
Bu konuda rahmetli Nejat Muallimoğlu Hocam'ın çok emeği vardı. Bu işe baş koymuş, yıllardır
yaptığı çalışmalarla, bugünkü dil katillerine bir şey anlatmaya uğraşmıştı. Hedefe varmış olmasa bile,
kitaplarını okuyan torunlarımız ona hak verecek.

2

Konfüçyus'a sormuşlar: "Bir ülkeyi düzeltmek için işe nereden başlamalıyız?" Cevap vermiş:
"Önce dilini düzeltin. Çünkü anlaşmak ve diyalog kurmak için en önemli unsur dildir."
Biliyor musunuz? Japonlar Kore'yi işgal ettikten sonra ilk iş olarak, Kore halkına, okulda, sokakta
hatta evde Korece konuşmayı yasaklamışlar. Çünkü dil yaşarsa, milletlerin de yaşayacağını
öğrenmişlerdi.
Ya biz... Galiba bizde herşey tersine. Türkçemizin zenginliği, kelime çokluğu, bereketi, dilci
geçinen bazılarının bedenine bol geliyor, bol geliyor da, o elbise içinde ayakları birbirine dolanıp,
yuvarlanıveriyorlar. Her millet dilini güçlendirmek için bir şeyler kazanmaya çalışırken, biz dilimizdeki
güzellikleri yok etmek için aklı tepe-taklak, zevki tersyüz etmeye bayılıyoruz.
Benim anlattıklarımı, rahmetli İsmail Habib Sevük bir iki cümle ile ne güzel anlatmış: "Giden
vatanlar, dilleri diri kalan milletler tarafından tekrar kurtarıldı, fakat dili giden milletlerin ne vatanları
kaldı, ne kendileri." Ne olur, güzel Türkçemize sahip olun!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
ENGİN KÖKLÜÇINAR Arşivi