ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

Kırk Ambar TERKEDİLEN BABIALİ HER SABAH UMUTLA O GÜNLERİN İNSANLARINI MI BEKLİYOR… (6)

Şimdi içinizden; "Engin, en önemli gazeteciyi ve gazeteyi unuttu galiba" diyorsunuz? Hayır,
hayır.
En önemli gazeteciyi ve gazeteyi sona bıraktım. Kim olabilir, Yalnız gazete yönetimi değil, her
şeyi bilen bir gazeteci-patron Haldun Simavi, Ve Günaydın…Haldun Simavi bırakın gazete işini, baskı
makinesi bile arıza yaptığında tulumu giyip bu işin üstesinden gelen bir insan olarak Babıâli'de
ünlenmiş bir patron. "Politikacıların, işadamlarının davetine gitmeyin, yemeklerini yemeyin, içkilerini
içmeyin, armağanlarını kabul etmeyin. Aksi halde doğru haber yazamazsınız" diyen bir adam.
Günaydın'ı müthiş bir teknik ve haber bombardımanıyla yayınladığında bir çok gazetede deprem
yaratan bir adam…
Günaydın'ın yerine akşamüzeri gideceğim. Bir taşla iki kuş vururum diye.
Çünkü bugün Mehmet Nuri Yardım'ın başkanlığını başarıyla yürüttüğü ESKADER (Edebiyat
Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği)'nin tertiplediği "Babıâli'de Renkli Portreler" konulu etkinliğin
konuşmacısıyım. Bu toplantı, Günaydın'ın eski binasında gerçekleşiyor. Şimdiki adı Timaş Kitapkahve…
Toplantıyı Murat Başaran yönetiyor. Adeta bir aile toplantısı gibi. Kitapların içinde.
Bir taşla iki kuş, dedim ya. Hem Günaydın'ı yaşayacağım, Hem de geçmişte yaşanan güzel
anekdotları süsleyerek konuklarıma anlatacağım.
Kimler var; Kenan Akın, Ahmet Özdemir, Mustafa Dolu, Selçuk Onur, Abdullah Nebioğlu, Altan
Tanman, Soner Tütüncü, Gönül Yıldırım, Ayhan İnal, Şakir Şad, Recep Arslan, İsmail Saygılı, Şekip
Gümüşkanatlı, İbrahim Güleç, Songül Talu, Engin Çağlar, Cenk Saltık, İsmail Saygılı, Şükrü Disanlı,
Yusuf Bilge, Mehmet Önder, Sevim Beşik, Semiha Bandırma, Nevzat Soysal, Semih Hız, Celal
Kodamanoğlu, Celal Moray, Hüseyin Movit, Şükrü Yıllar, Ümit Bandırma, Sevilay Yüksel
Konuşmama teşekkürle başladım. Aklıma gelenleri sıraladım.
Uzun konuşmayı sevmem. Genelde geçmiş ile ilgili bir şeyler anlattım. Benden sonra mikrofonu
önce Kenan Akın'a, sonra da Recep Arslan'a, verdiler.
İkisi de, "Vay efendim, ben hep bir önceki ustalarımın, üstadların anılarını, aralarında yaşanan
diyalogları, Babıâli'ye olan özlemimi anlatıyormuşum ve özellikle eski yazarların ve eski gazete
sahiplerinin yaşadığı olaylardan örnekler veriyormuşum. Muharrirleri (yazarlar) değil, muhabirleri
anlatmalıymışım."
Doğru, doğru da, bugünden hangi muharriri, hangi muhabiri anlatabilirdim, ilk planda aklınıza
gelen var mı? Bana gazete sahibi üç yazar söylesenize? Bana verdiği haberlerle ülkeyi ayağa kaldıran
üç gazeteciyi göstersenize? Bir çığlıktan, bir çığ yaratan üç yazar, üç gazeteci göstersenize…
Ben daha konuşmamın başında sorumluluk, dürüstlük, üslup açısından, Babıâli tarihine adını
yazdırmış üstadların ve ustaların, isimlerini söylemiş ve unuttuklarım varsa özür dilerim demiştim.
Bunların kitaplaştırılmış anılarını hafızamın erdiği kadar açıklamıştım. Doğaldır ki, o devrin
muhabirlerinin bir çoğu bu kriterlere uyan insanlardı. Fakat bir çoğu kitaplaştırılmamıştı. Ama
okuduklarım ve bana anlatılanları aktarmaya çalışmıştım. Bugün de yazar ve gazeteci olarak çok
değerli meslektaşlarımız vardır. Ben o kürsüye, Babıâli'nin tarihi ile bildiklerimi anlatmaya çıkmıştım.
Yarın da başka arkadaşlarım, günü geldiğinde bugünün yazarlarını ve gazetecilerini anlatacaktır.
Ayrıca bir ayrıntı beni bağlıyordu. Bu neydi? Ülkemin meslektaşlarının kutuplaşmaları, eskiye oranla
çok daha kesin çizgilerle ayrılmıştı. İsim veremezdim, eleştiremezdim. Bu ayrıma alet olamazdım.
Bakın kimleri yazmıştım;
FALİH RIFKI - YUSUF ZİYA - PEYAMİ SAFA - BEDİİ FAİK - ÇETİN ALTAN - CİHAT BABAN - AHMET
KABAKLI - NAZIM HİKMET - NECİP FAZIL - ABDİ İPEKÇİ - SİMAVİLER - YUNUS-NADİR- DOĞAN NADİ'LER
- NECMETTİN SADAK-HALİL LÜTFÜ - AHMET EMİN YALMAN - BURHAN FELEK
Bu listede, sağcısı da var, solcusu da. Ne var ki, işadamı yok…

Geçmişte gazete sahipleri gazeteciydi, genel yayın müdürleri gazeteciydi. Onların çırakları
muhabirleri de gazeteciydi. Şimdi olduğu gibi bankacı, telefoncu, petrolcü, müteahhit, işadamı değildi
Her ne olursa olsun. Anı var, fakat zarafet yok. Yazı var, üslup yok. Yalnız sahip ve üst seviyedeki
yöneticilerin borusunu çalmak var…
Mesleğimiz yoruldu…
Gazetecilik bir sanattır. Ne var ki, sanat para peşinde koşarsa, alçalır hatta çukurlaşır.
Ben, bu yorgun ve loş günlere, biraz ışık, biraz lezzet vermek adına esprilerle ve edebi
sözcüklerle dolu örnekler vermiştim.
Nelerdi onlar?
Benzin zammına aşırı tepki veren, cimriliğiyle ünlü Halil Lütfü Dördüncü'ye, "Hoca, senin araban
yok ki, neden bu kadar tepki veriyorsun" diyen meslektaşlarına, "olsun bizim de, çakmağımız var ya"
demişti.
Ya Bedii Faik Hoca, hiç kimseyi adam yerine koymayan zamanın cüretkar Konya Valisi Şefik
Soyer için, nasıl müthiş bir üslupla yazdığı fıkrayı anlatmıştım;
Yıl 1947. Tek parti iktidarının ünlü valilerinden İzmir Valisi Şerif Soyer Konya’ya tayin olur. Bir
kaç ay sonra vali beyin köpeği bir garsonu ısırır. Ancak vali bey köpeğinin müşahadeye (tetkik,
kontrol) alınmasına izin vermez. Adeta köpeğinin dokunulmazlığı varmış gibi... İş basına akseder. Bedii
Faik’de Dünya Gazetesi’nde bir kaç yazı yazar. Ve dokunulmazlığı eleştirir. Ancak vali direnir. Hatta
gazeteye bir iki ikaz mektubu da gönderir. Vali olayı inkar eder. Sonunda Bedii Faik yanıt verir. “ Bazı
şöhretlerin adlarıyla birlikte, bazı hayvanlar aklımıza gelir. Mesela Nasrettin Hoca denince eşeği,
Resneli Niyazi denilince geyiği, Kloepatra denince, O’nu ısıran yılanı anmadan geçemeyeceğimiz gibi,
şimdiden sonra anlaşılıyor ki, Şefik Soyer der demez de, hemen bir köpeği hatırlayacağız.
Ya Hürriyet mücadelesinin büyük kahramanı Tevfik Fikret'in başından geçen bir ilginç olayı
anlatmışım, neydi o?
Hürriyet mücadelesinin büyük kahramanı Tevfik Fikret'in başından geçen bu ilginç olayı, büyük
yazar Yusuf Ziya Ortaç'ın "Bizim Yokuş" adlı kitabından, gelin beraberce okuyalım:
"Servet-i Fünun, Edebiyat-ı Cedide'nin bayrağı olduğu yıllarda, Tevfik Fikret'e, ayda dört lira
verirmiş derginin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz...
Eskiden, alışveriş edilen yerlerde, altını tartan özel bir terazi bulunurdu:
Şimşir ağacından, yahut fildişinden, küçük, zarif, oyuncak gibi bir şey...
Bir ucundaki değirmi oyuğa altın yerleştirilirdi. Dikey tutunca, eğer altın düşerse, tamdı.
Düşmezse, eksik: Üç kuruş, beş kuruş, on kuruş noksanına alırlardı lirayı...
Ahmet İhsan Bey, her ay, Tevfik Fikret'e piyasadan ucuz ucuz topladığı altınları sürer, dört
lirada hiç olmazsa yirmibeş, otuz kuruş kâr edermiş...
Son derece onurlu bir adam olan Fikret, nihayet onun bu oyunundan öyle tiksinmiş ki, bir küçük
terazi almış...
Servet-i Fünun sahibi, aybaşında maaş verirken bunu görünce:
- Ne o Fikret Bey, demiş, altınları mı tartacaksın?
Fikret, gayet sert:
- Hayır, demiş, altınları değil, senin ahlakını tartacağım!"
(Devamı haftaya)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
ENGİN KÖKLÜÇINAR Arşivi