ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

BULDOZERLER İSTANBUL'DA YALNIZ EVLERİ DEĞİL TARİHİ YIKMIŞLAR... (2)

Şimdi  ise bu acıyı çeken bir başka yazar değil, bir başka dosttan çırpınışları dinleyelim. Son yıllarda tanıdığım en mükemmel insanlardan biri olan, yalnız bilgi birikimi ile değil, Babıâli'de değme yazarlara taş çıkartacak  kalemiyle, bu konuyu "Gülersoy  Senfonisi" adlı kitabında irdeleyen, Yargıtay Onursal Genel Sekreteri ve Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Eski Başkanı (Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı) Dr.Uğur İbrahimhakkıoğlu’ndan dinleyelim:

(...) yaşlı ahşap evler hepsi, hepsi yap-satçı magandasının, duygusuz ve cahil yöneticinin, ilkel şehir politikacısının ve gözlerini para bürümüş arsızların kör kazmasından nasibini aldı. İstanbul yapılmıyor, yıkılıyordu. Yıllarca "yapım" adı altında yıkıldı İstanbul. 60'larda başladı, tedricen arttı, göç dalgaları çoğaldıkça apartmanların da cesameti, kat sayısı, toprağı insafsızca kazarak yerin altına doğru uzayışı, ucuzluğu, çirkinliği, yeşilden ve bahçeden nasipsizliği daha da büyüdü. Bir yandan da koca Türkiye'de sanki sanayi bölgesi yapılacak şehir ve kasaba yokmuş gibi (Anadolu'da geri kalmış yörelerimizi bu yolla kalkındırmak mümkünken), inanılmaz bir İstanbul ve tabiat düşmanlığı sırıtımıyla, ülkenin hemen tüm endüstrisi, bütün yağı, atığı, hangarı, binası, çevre kirliliği, insan kalabalığı ve keşmekeşiyle getirilip Gebze-Tekirdağ arasına; güzellikleri dünyayı titreten tarihi İstanbul'un ve masmavi Marmara'nın tepesine boca edildi!... Tablo güzelliklerin canına okunmuştu! İstanbul'un kırları şehir, bahçeleri bostanları fabrika, köyleri şantiye, parkları imalâthane, kıyıları otopark, sokakları dükkân yığını, caddeleri fuhuş pazarı, meydanları gasp alanı olmuştu artık!... Herbiri ayrı bir kültürün, ayrı bir şehir estetiğinin ayrı bir yaşam güzelliği, yaşam tadı, yaşam keyfinin nefis odakları olan Salacak, Kadıköy, Bostancı, Bağdad Caddesi, Boğaziçi köyleri ve mahalleleri, Beyoğlu, Taksim, Mecidiyeköy, Şişli, Beşiktaş, Fatih, Beyazıt, Aksaray, Laleli, Çemberlitaş, Eminönü, Surlar ve çevresi, Haliç semtleri kazmalar, buldozerler, işmakineleri İle hallaç pamuğu gibi atılıyor, yıkılıyor, alt-üst ediliyor, yıkılamazsa yakılıyor, çok zorlanırsa cephesi bir maske gibi bırakılıp kat kat apartmanlaştırılıyor, çekme katlarını da çıkıyor, zavallı maske, öylece utanç içinde kalıyor ve yok edilen bir tarihin, sanatın ve yeşil örtünün üzerine, artık semtleri birbirinden ayırmaya imkân vermeyecek, tek tip, basit, zahmetsiz, sanatsız, kişiliksiz yapılar dikiliyordu. Bununla da doyulmuyor, kırlara, bostanlara, sur dışına doğru uzanılıyor, inanılmaz çirkinlikte bidon semtler, İstanbul'a hiç yakışmayan varoşlar yaratılıyordu. Ne silüet kalmıştı, ne kıyı, ne sosyal doku... Şahsiyeti yok edilmişti güzelim İstanbul'un. Dolayısıyla uygarlığı da.

(...) Boynunda kravatı olmayanın Beyoğlu'na çıkamadığı bir İstanbul. Sesleriyle, sözleriyle, müziği, ritmi ve şarkılarıyla, edipleri, şairleri ve şiirleriyle, damak zevkinin doruğuna varmış spesiyaliteleri ve onları sunan tertemiz, özgün mekânlarıyla, dünyanın en güzel sahilleri, camileri, yapıları, yalıları, çarşıları ve sokaklarıyla ve sanki kadın-erkek, zengin-fakir, genç-yaşlı, kapıcı-bey, hepsi,  hep birlikte bir yüksek kibarlık ve medeniyet akademisini bitirmişçesine inceliğin, zarafetin, insanlığın, belagatın, doğru Türkçenin ve güzel şivenin, edep ve terbiyenin, tevazu ve tokgözlülüğün son noktasına varmış bir sevgi birliği ve bütünlüğü içinde mutlu, mütevekkil yaşayan insanlarıyla İstanbul. Benim, yok olan, yok edilen, hançerlenerek öldürülen şehrim...

(...) Bir şeyin daha farkında değildik: Sanayileşmesine imrendiğimiz Batı, bütün şehirlerini olduğu gibi koruyordu!... Ne fabrika kurulmuştu şehirlerde, ne imalâthane. Ne eski binalar yıkılıyordu, ne göç vardı, ne de apartman yapılıyordu. Onlar, endüstrilerini bize göre kısıtlı olan coğrafyalarının boş alanlarına kurarak sanayileşirken, şehirlerini tüm tarihi ve sosyal özellikleriyle, dükkânlarına, evlerine, adeta insanlarına kadar koruyorlardı. Bizim beli silahlı yiğitlerimize anlatmak gerekiyordu ki "insan ülkesini de, toplumunu da böyle sever, vurup kırarak değil". Gidin Viyana'ya, Paris'e, Oslo'ya, Bergen'e, Nürnberg'e, Peşte'ye; on yıl sonra, yirmi yıl sonra, caddeler, sokaklar, evler, bütün alışkanlıklarıyla aynıdır; ilk gidişinizde yemek yediğiniz lokantayı şıp diye bulursunuz, aynı boyası, aynı dizaynı, hatta aynı ailenin hizmetiyle. Onlar, şehirlerini bozmadan ve insanlarının kültür seviyesini düşürmeden sanayileştiler; biz sanayileşemediğimiz halde şehirlerimizin canına okuduk...

Cumhuriyetimizin "büyük banisi" bunu anlamıştı. Çok sevdiği  milletine hedef olarak "Batı medeniyeti"ni gösterirken, engin vizyonu ile belki düşünerek, belki de farkında olmadan, kendisinden 15 yıl sonra başlayacak şehir erozyonlarını ve İstanbul katliamını önlemek istemişti. Çünkü o, yalnız o, Batı'ya bakarken, batıyı görüyor, bu uygarlığı ülkesine kazandırmak istiyordu. Kültürü ile, medeniyeti ile, şehirlerin düzeni, estetiği, temizliği ve korunması ile ve insanların çalışkanlıkları ile.

Şimdi İstanbul'da yaşayanların suratlarına bakıyorum. Ne nuranisi, şeytani dolu…

Artık, İstanbul'umuzda kantarın topuzu kaçtı.

Göç edip gelenler kendilerini İstanbul'a uydurmaya çalışırlardı. Şimdikiler İstanbul'u kendilerine uydurmaya çalışıyorlar.

İşte böyle…

Sonuçta...

İstanbul eskilerde hamiline idi, şimdilerde  ise nama …  

Kentleşti, kentleşiyor ama İstanbul'a gelenler bir türlü kentleşemedi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
ENGİN KÖKLÜÇINAR Arşivi