CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

SIRADIŞI HUKUKÇULAR...

Her birinin nazarımdaki değeri   “Beşi bir yerde Reşat altını” hükmünde olan biri hanım üç  hukukçu   dostum , Anadolu Adliyesinden suvar ettikleri  burunlarından alev atan al  atlarını  Beşyol mevkiinde  durdurup , atlarından indiler. Atlarının  yularlarını boğa heykelinin boynuzuna bağladılar. Cübbelerindeki tozları silkeleyip  içlerinde  dava dosyalarının bulunduğu heybelerini omuzlarına attılar. 

Yollarını bekleyen  üç yetenekli  seyis  ellerinde üç kova , üç kaşağı , üç bez parçası  , atlara koştular. Kan ter içinde kalmış  hayvanların terini kurulayıp  su verdiler. Sırtlarını tımar eylediler.

Atlılar  şatonun  asansörüne binip en üst katta maliki olup, tasarrufları altında bulunan ortak hukuk bürosuna çıktılar.  Bunlardan  kısa boylu ,kilolu ve göbekli olanı  büronun yönetim kurulu başkanı güneyliydi. İkinci ortak, başörtülü kilolu  ve Karadenizli bir hanımdı.. Üçüncü üye  başkanın küçük kardeşiydi ve seksen kilo civarındaydı. Ve her üçü de  karakter sahibi, ilkeli, mütedeyyin ve geleneklerine bağlı idiler

Toz toprağa batmış bu üç arkadaş, bir kez daha silkeledikten sonra  cübbelerini askıya astılar, terasa çıkıp  lavaboda ellerini yüzlerini yıkadılar. Ellerini kurularken  toplantı odasına yürüdüler. Sekreterden içeriye çay istediler.

Yönetim kurulu başkanı  düşüncesini ; “Sayın üyeler ,arabuluculuk bizim için zaman kaybıdır! Bizim para kazanmamız lazım. Bu büroda bir çok arkadaşımız çalışıyor.Giderleri arabuluculukla karşılayamayız”  şeklinde açıklamıştı. Küçük kız kardeş hükmündeki ortak, kaşlarını çatarak ihtirazı kayıt koydu. Ona göre ''her şey para değil''di. İnsanların bir sosyal sorumluluğu olmalıydı.

 Küçük erkek  kardeş  ise  her zamanki gibi düşünceye   batmış olarak bu hükme tepki vermeyip beklemeyi tercih etmişti.

Aslında her üçü de aynı anda,aynı sınıfta , aynı safta arabuluculuk eğitimine  katılmış ,bir fikir sahibi idiler.

***

Beşinci katta asansörün kapısı  hukuk bürosunun antresine , antredeki dört kapı , dört odaya açılır.  Her odada birer  masa, birkaç sandalye ve birer koltuk bulunur. Dördüncü odanın kapısı daima kapalı olduğundan tefrişi hakkında bilgimiz yoktur. Ortaklar burada toplanır. Sırların muhafaza edildiği odadır bu.   

Ben ise az önce gelmiştim. Semtin değerli noktasında sipsivri bir şato gibi duran binanın beşinci katına asansör ile çıkmıştım.  Asansörün kapısını  açan sekreter hanım açıp   beni   zevkle döşenmiş bir dairenin salonuna buyur etmişti

Aynı zamanda Yazı işleri Müdürlüğü görevini de üstlenen başörtülü sekretere “Neredeler”  diye sordum. Sekreter önüme bir çay bardak koydu. Kapalı bir kapıyı gösterip gürültü yapmamamı,içeri girmememi tembihledi. Kapının üzerinde “Dikkat ! Toplantı var” levhası sallanıyordu.

İstanbul  dukalığındaki  bir hukuk ofisine  yaptığım ilk ziyaretti bu. 

O gün , günlerden Pazartesi, saat on ikiye geliyordu...

Ben , “Kaynanam da beni seviyormuş” ayağına yatıp  öğle yemeğini aradan çıkarmak üzere çoktan olay mahalline ulaşmıştım.

Günün ilk haberini ofis personelinden genç avukat kız verdi: “ Arabulucular , randevu saatlerini gene değiştirmek istiyorlar” dedi.  

Yönetim Kurulu Başkanı  sinirlendi ,; “ kusura bakmasınlar , bu kadar randevu değişikliği olmaz. Biz onların keyfine değil, randevu saatine uyarım ” dedi.

Diğer iki  ortak onay anlamında başlarını salladılar.  Bunun üzerine  avukat kız , arabulucuya  telefon etmek için sekreter hanımın masasına doğru gidip başörtülü sekreter hanımın  telefonunu çevirdi...

Benden önce olmuştu  bu olaylar...

Bir müddet bekledikten sonra ,  odanın kapısı açıldı. Dostlarım  şaşırtıcı bir reveransla toplantı odasından çıkmaya başladılar. Ellerinde birer kalem, sırtlarında avukat cübbeleri  ,koltuklarında dosyaları vardı.

Yönetim kurulu başkanı mevkiindeki dostum bunlara ek olarak kara kaplı bir kitabı havada sallayarak gurubun başını çekiyor, gurup da bir mehter marşının ritmine uygun adımla yürüyorlardı ; “Duma duma dum / kırmızı mum / ...  portakalı soydum/ başucuma koydum/ ben bir ya-lan uy-dur-dum!..'' deyip ellerini karşılıklı birbirine vuruyorlardı.

Elindeki tencere kapaklarını zil yerine kullanan yaşlı aşçı kadın teras katın merdiveninden aşağı sarkıp; “Beyler yemek hazır.Bırakın oyun oynamayı... Pilav , yeşil fasulye ile kayısı hoşafı yaptım. Gecikirseniz yemeği dökerim” deyince  toparlandılar.

Ben ise  neye yalan söyleyeyim içimden “ Karışmasan daha iyi olur. Anacığım, sen bu çocukları  zayıflatacağına kilo aldırıyorsun” demek geçti. Ne var ki , kadın sinirli ve elinde kepçe vardı. 

Toparlamak gerekirse durum şu noktaya gelmişti. Randevusuz , üstelik yemek saatinde ziyaretlerine gitmem  hukukçu dostlarımı pek sevindirmişti.

Ortaklığın sevilen, kız kardeş hükmündeki biricik yönetim kurulu üyesi , ortaklık adına  söz alıp  “habersiz, üstelik yemek saatinde bizi ziyaretiniz bizi onurlandırdınız” dedi.

Açıklamasına göre , köylerinde evlerde misafir , yerde sofra  hiç eksiksiz olmazmış. Kapılarda anahtar olmaz, kapılar  her daim misafire  açıkmış. Oralarda fakirlik de yokmuş, hırsızlık da...Döke saça gönlü güzel, cömert insanların misafirlerini ağırladıkları  memleketmiş orası...

Karşılık olarak ,çimden sessizce  “Oğlan babadan ,kız anadan görünce asalet bir başka oluyor, dedim.

Değerli Başkan beni odasına buyur etti. Son derece modern ve zevkle döşenmiş sade bir odaydı burası. Çay içerken havadan sudan ve tabii ki siyasetten söz ettik. Adaletin zaafa uğradığından bahsettik..

Henüz yeni başlayan , ve henüz eğitimini aldığımız arabuluculuk sistemi hakkında  görüş alış verişinde bulunduk. Başkan , kısa vadedeki maddi getirisinin çok düşük olduğundan söz etti. Ben ise bu mesleğin uzun vadede geleceğinin parlak olduğunu söyledim.

Başkana göre  avukatlık mesleğinin durumu içler acısıydı. Mesleğe yeni başlamış olan bir avukat kızın İstanbul'da  ayakta kalabilme şansından çok düşüktü. Bir hukuk bürosu yeni bir avukata ancak  iki-üç bin lira  verebilirdi.  Aileden desteği yoksa istismara açıktı ve  İstanbul  böyle biri için zehir zemberek bir yaşama savaşı demekti.

Sonuçtu hükümetin  acilen adalet mekanizmasına el atması gerektiği  noktasında mutabık kaldık. .

Çaylarımız bitmiş, yaşlı ahçı kadın elindeki kepçeyi  tencere kapağına vurarak son  ihtarda bulundu; “Baylar ,bayanlar yemek soğuyor!” diye bağırınca bu konunun detaylarını  ileri tarihte konuşmak müzakereyi kesip terasa çıktık.

Terasta ,açık havada  yukarıda zikrettiğim yemeği sinirli aşçı kadının gözetiminde yedik.

Sonunda beğenip beğenmediğimizi sordu. Sıkı mıydı  beğenmemek; zira  kocaman kepçe elindeydi ! Eline sağlık demek zorunda kaldık...

 Yemekten sonra dostlarıma misafirperverlikleri için teşekkür ettim.

 Aşağıya inmek üzere asansöre doğru yürüdüm. Dostlarım ise ardım sıra sıra ile dönüp bir mehter marşı ritmine uygun olarak  “ duma duma dum, kırmızı mum...” nakaratıyla odalarına doğru yürüdüler...

 Mutlu oldum. Bu sıra dışı hukukçular her şeye rağmen ,çocukluklarını kaybetmemişler, el ele  çarparak, oyun oynayarak beni kapıya kadar uğurlamışlar, beni onurlandırmışlardı...

Aşağıya indiğimde atları göremedim. Boğa heykelinin yanındaki atlara ne olmuştu? Hayal mi görmüştüm. Yoksa hayali seyisler mi , atları  alıp götürmüştü?..

 

<