SIRADIŞI HUKUKÇULAR...
Her birinin nazarımdaki değeri “Beşi bir yerde Reşat altını” hükmünde olan biri hanım üç hukukçu dostum , Anadolu Adliyesinden suvar ettikleri burunlarından alev atan al atlarını Beşyol mevkiinde durdurup , atlarından indiler. Atlarının yularlarını boğa heykelinin boynuzuna bağladılar. Cübbelerindeki tozları silkeleyip içlerinde dava dosyalarının bulunduğu heybelerini omuzlarına attılar.
Yollarını bekleyen üç yetenekli seyis ellerinde üç kova , üç kaşağı , üç bez parçası , atlara koştular. Kan ter içinde kalmış hayvanların terini kurulayıp su verdiler. Sırtlarını tımar eylediler.
Atlılar şatonun asansörüne binip en üst katta maliki olup, tasarrufları altında bulunan ortak hukuk bürosuna çıktılar. Bunlardan kısa boylu ,kilolu ve göbekli olanı büronun yönetim kurulu başkanı güneyliydi. İkinci ortak, başörtülü kilolu ve Karadenizli bir hanımdı.. Üçüncü üye başkanın küçük kardeşiydi ve seksen kilo civarındaydı. Ve her üçü de karakter sahibi, ilkeli, mütedeyyin ve geleneklerine bağlı idiler
Toz toprağa batmış bu üç arkadaş, bir kez daha silkeledikten sonra cübbelerini askıya astılar, terasa çıkıp lavaboda ellerini yüzlerini yıkadılar. Ellerini kurularken toplantı odasına yürüdüler. Sekreterden içeriye çay istediler.
Yönetim kurulu başkanı düşüncesini ; “Sayın üyeler ,arabuluculuk bizim için zaman kaybıdır! Bizim para kazanmamız lazım. Bu büroda bir çok arkadaşımız çalışıyor.Giderleri arabuluculukla karşılayamayız” şeklinde açıklamıştı. Küçük kız kardeş hükmündeki ortak, kaşlarını çatarak ihtirazı kayıt koydu. Ona göre ''her şey para değil''di. İnsanların bir sosyal sorumluluğu olmalıydı.
Küçük erkek kardeş ise her zamanki gibi düşünceye batmış olarak bu hükme tepki vermeyip beklemeyi tercih etmişti.
Aslında her üçü de aynı anda,aynı sınıfta , aynı safta arabuluculuk eğitimine katılmış ,bir fikir sahibi idiler.
***
Beşinci katta asansörün kapısı hukuk bürosunun antresine , antredeki dört kapı , dört odaya açılır. Her odada birer masa, birkaç sandalye ve birer koltuk bulunur. Dördüncü odanın kapısı daima kapalı olduğundan tefrişi hakkında bilgimiz yoktur. Ortaklar burada toplanır. Sırların muhafaza edildiği odadır bu.
Ben ise az önce gelmiştim. Semtin değerli noktasında sipsivri bir şato gibi duran binanın beşinci katına asansör ile çıkmıştım. Asansörün kapısını açan sekreter hanım açıp beni zevkle döşenmiş bir dairenin salonuna buyur etmişti
Aynı zamanda Yazı işleri Müdürlüğü görevini de üstlenen başörtülü sekretere “Neredeler” diye sordum. Sekreter önüme bir çay bardak koydu. Kapalı bir kapıyı gösterip gürültü yapmamamı,içeri girmememi tembihledi. Kapının üzerinde “Dikkat ! Toplantı var” levhası sallanıyordu.
İstanbul dukalığındaki bir hukuk ofisine yaptığım ilk ziyaretti bu.
O gün , günlerden Pazartesi, saat on ikiye geliyordu...
Ben , “Kaynanam da beni seviyormuş” ayağına yatıp öğle yemeğini aradan çıkarmak üzere çoktan olay mahalline ulaşmıştım.
Günün ilk haberini ofis personelinden genç avukat kız verdi: “ Arabulucular , randevu saatlerini gene değiştirmek istiyorlar” dedi.
Yönetim Kurulu Başkanı sinirlendi ,; “ kusura bakmasınlar , bu kadar randevu değişikliği olmaz. Biz onların keyfine değil, randevu saatine uyarım ” dedi.
Diğer iki ortak onay anlamında başlarını salladılar. Bunun üzerine avukat kız , arabulucuya telefon etmek için sekreter hanımın masasına doğru gidip başörtülü sekreter hanımın telefonunu çevirdi...
Benden önce olmuştu bu olaylar...
Bir müddet bekledikten sonra , odanın kapısı açıldı. Dostlarım şaşırtıcı bir reveransla toplantı odasından çıkmaya başladılar. Ellerinde birer kalem, sırtlarında avukat cübbeleri ,koltuklarında dosyaları vardı.
Yönetim kurulu başkanı mevkiindeki dostum bunlara ek olarak kara kaplı bir kitabı havada sallayarak gurubun başını çekiyor, gurup da bir mehter marşının ritmine uygun adımla yürüyorlardı ; “Duma duma dum / kırmızı mum / ... portakalı soydum/ başucuma koydum/ ben bir ya-lan uy-dur-dum!..'' deyip ellerini karşılıklı birbirine vuruyorlardı.
Elindeki tencere kapaklarını zil yerine kullanan yaşlı aşçı kadın teras katın merdiveninden aşağı sarkıp; “Beyler yemek hazır.Bırakın oyun oynamayı... Pilav , yeşil fasulye ile kayısı hoşafı yaptım. Gecikirseniz yemeği dökerim” deyince toparlandılar.
Ben ise neye yalan söyleyeyim içimden “ Karışmasan daha iyi olur. Anacığım, sen bu çocukları zayıflatacağına kilo aldırıyorsun” demek geçti. Ne var ki , kadın sinirli ve elinde kepçe vardı.
Toparlamak gerekirse durum şu noktaya gelmişti. Randevusuz , üstelik yemek saatinde ziyaretlerine gitmem hukukçu dostlarımı pek sevindirmişti.
Ortaklığın sevilen, kız kardeş hükmündeki biricik yönetim kurulu üyesi , ortaklık adına söz alıp “habersiz, üstelik yemek saatinde bizi ziyaretiniz bizi onurlandırdınız” dedi.
Açıklamasına göre , köylerinde evlerde misafir , yerde sofra hiç eksiksiz olmazmış. Kapılarda anahtar olmaz, kapılar her daim misafire açıkmış. Oralarda fakirlik de yokmuş, hırsızlık da...Döke saça gönlü güzel, cömert insanların misafirlerini ağırladıkları memleketmiş orası...
Karşılık olarak ,çimden sessizce “Oğlan babadan ,kız anadan görünce asalet bir başka oluyor, dedim.
Değerli Başkan beni odasına buyur etti. Son derece modern ve zevkle döşenmiş sade bir odaydı burası. Çay içerken havadan sudan ve tabii ki siyasetten söz ettik. Adaletin zaafa uğradığından bahsettik..
Henüz yeni başlayan , ve henüz eğitimini aldığımız arabuluculuk sistemi hakkında görüş alış verişinde bulunduk. Başkan , kısa vadedeki maddi getirisinin çok düşük olduğundan söz etti. Ben ise bu mesleğin uzun vadede geleceğinin parlak olduğunu söyledim.
Başkana göre avukatlık mesleğinin durumu içler acısıydı. Mesleğe yeni başlamış olan bir avukat kızın İstanbul'da ayakta kalabilme şansından çok düşüktü. Bir hukuk bürosu yeni bir avukata ancak iki-üç bin lira verebilirdi. Aileden desteği yoksa istismara açıktı ve İstanbul böyle biri için zehir zemberek bir yaşama savaşı demekti.
Sonuçtu hükümetin acilen adalet mekanizmasına el atması gerektiği noktasında mutabık kaldık. .
Çaylarımız bitmiş, yaşlı ahçı kadın elindeki kepçeyi tencere kapağına vurarak son ihtarda bulundu; “Baylar ,bayanlar yemek soğuyor!” diye bağırınca bu konunun detaylarını ileri tarihte konuşmak müzakereyi kesip terasa çıktık.
Terasta ,açık havada yukarıda zikrettiğim yemeği sinirli aşçı kadının gözetiminde yedik.
Sonunda beğenip beğenmediğimizi sordu. Sıkı mıydı beğenmemek; zira kocaman kepçe elindeydi ! Eline sağlık demek zorunda kaldık...
Yemekten sonra dostlarıma misafirperverlikleri için teşekkür ettim.
Aşağıya inmek üzere asansöre doğru yürüdüm. Dostlarım ise ardım sıra sıra ile dönüp bir mehter marşı ritmine uygun olarak “ duma duma dum, kırmızı mum...” nakaratıyla odalarına doğru yürüdüler...
Mutlu oldum. Bu sıra dışı hukukçular her şeye rağmen ,çocukluklarını kaybetmemişler, el ele çarparak, oyun oynayarak beni kapıya kadar uğurlamışlar, beni onurlandırmışlardı...
Aşağıya indiğimde atları göremedim. Boğa heykelinin yanındaki atlara ne olmuştu? Hayal mi görmüştüm. Yoksa hayali seyisler mi , atları alıp götürmüştü?..