KALEMİM KONUŞTUKÇA / Sen, insanın sanatına bak…
Ne yakışıklı adam, ne güzel kadın diyoruz. Adam yakışıklı ama sahtekâr. Kadın güzel ama namussuz. Peki, size soruyorum, adamın sahtekâr olması, yakışıklılığına; kadının namussuz olması, o muhteşem güzelliğine; engel mi?
Bence hayır... Eğer yakışıklı olmasını ve güzelliğini değer olarak alıyorsak, güzel ve yakışıklı !.. Yok sahtekârlığını veya namussuzluğunu ölçü olarak alıyorsak, sahtekâr ve namussuz !.. Karar bize ait.
Sanat da böyle değil mi? İnsanın eserine bakıp karar vermek durumundayız, o eseri yaratanın kişisel tavırları, fiziki yapısı, zaafları bizi ilgilendirmez. Ölçümüz, kıstasımız eğer sanatsa...
Dünyada öyle büyük sanatçılar var ki, bazı zaafları yüz kızartıcı. Fakat yüz kızartıcı bu zaafları, büyük eserlerine asla gölge düşürmedi, düşürmemeli. Bugün onların kendileri belki yok, fakat eserleri ayakta. Heykelden, resme; sinemadan, edebiyata ve hatta politika sanatına kadar, eserleri ve zekaları ile hayranlık uyandıran insanlardan birçoğu eşcinsel, birçoğu, dipsoman, birçoğu nimfoman, birçoğu şizofren...
Doğru, yalan bilmem. İngiltere Parlamentosunda bir milletvekili ünlü başbakana bağırmış:
- Sen homoseksüelsin.
Başbakan yanıtlamış:
- Evet doğru ama, unutma ben ülkemi popomla değil, kafamla idare ediyorum.
Şimdi size soruyorum:
- Beethoven büyük müdür?
- Evet
- Edison büyük müdür?
- Evet
- Leonardo da Vinci, İbni Sina, Shekaspeare, Einstein büyük müdür?
- Evet.
O halde, onların insanlığa kazandırdığı maddi ve manevi değerler başkadır, kişisel yaşamları başka. Onların büyüklüğü sanatlarından geliyor.
İster paranoyak olsunlar, ister nimfoman, ister ahlaksız. Televizyonlarımızda bize ahlâk dersi vermeye kalkan, ahlaksızlar yok mu? Birileri yarım aklı ve çeyrek kültürüyle topluma birşeyleri empoze etmeye ve akıl vermeye çalışıyorsa ve hele ki kötü Türkçesi ve berbat şivesiyle bu işi yapmaya cüret ediyorsa, o zaman eleştiride haklısınız. Çünkü o haddini aşmış demektir Ülkemizde böyle tipler çok var.
Gelelim konumuza; Dikkatle izleyin bakın bizde de, adam sağcı ise Nazım Hikmet’i, solcu ise Necip Fazıl’ı asla kabullenmez.
Kabullenmek bir tarafa, haklarında ne kadar aşağılayıcı söz varsa, hepsini sırtlarına kambur olarak koyarlar. Bu suçlama da ne karıları kalır, ne anaları, ne de kumarları...
Netice bana göre şu: Sanatını hakkıyla yerine getiren kişi, eğer sanatı dışında bazı fikirlerini topluma zorla kabul ettirmeye çalışmıyorsa, onun kişisel tavrı, ahlakı hiç mi hiç, bizi ilgilendirmemeli... Mutluluğu onun büyük sanatında bulmalı ve beğenilerimizi tekrarlamalıyız.
Herhangi birini aşağılayıp, bir diğerini yüceltmek sanata karşı nankörlüktür. Dedik ya, sevgi ayrı, sanat ayrı. Bunları birbiriyle karıştırmazsak, kaliteyi yakalayabiliriz. Bana göre, Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın isimleri alt alta değil, yanyana yazılmalıdır.
Çekememezlik konusunda başka örnekler de vardır. Fatih Terim birçok insan için iticidir. Ama hangi takım 80 yıllık Cumhuriyet tarihimizde, UEFA şampiyonu olmuş, hangi takım “Şampiyonlar Şampiyonu” ünvanını Türkiye’ye kazandırmıştır. Bu başarının başında Fatih Terim vardır. Şimdi hangi nefret, bu büyük zaferi kapatabilir.
Zeki Müren gibi büyük bir sanatçının, dostu kadar düşmanı da vardı. Kişisel yaşamını sanatının önüne geçirmeye çalıştılarsa da başaramadılar. Çünkü jet hızıyla giden sanatına, kaplumbağa hızı dedikodularla yetişmeye çalıştılar, ama nafile, sanatsal büyüklüğünü engelleyebildiler mi?
İşte Necip Fazıl ile Nazım Hikmet için de aynı şeylerdir bunlar. Sen adamın sanatına bak...
Bakın, yarım akıllıların düşman ilan ettiği şu iki büyük sanatçıdan biri olan Necip Fazıl’ın, Nazım’la ilgili yazısını okuyalım. Bu yazıyı 15-18 Haziran 1965 tarihli Yeni İstanbul Gazetesi’nden aldım. Bakın, Necip Fazıl ne demiş...
İkinci Dünya Harbi arefesinde, kendisini, akşam vakti, yanında “Vakit” gazetesi müdürü ve “Haber” gazetesi sahibi Rasim Us olduğu halde Sultanahmet Cezaevinde ziyaret ettim. Tel örgülere geldi.
- Nazım, benim rejimim olsa seni asardım! Fakat bu hiçlik rejiminde (İnönü devri), fikirsiz ve imansız insanların seni süründürmesinden müteessirim. Onun için ziyaretine geldim.
Gözlerinde iki damla yaş cevap verdi:
- Benim de rejimim olsa ben de seni asardım. Sonra da darağacının başında ağlardım. Seni anlıyorum ! Bil ki, bu soylu tarafının daima takdircisi kalacağım !
Bu, onunla son karşılaşmam ve konuşmam oldu. Bu tarihten sonra Nazım, yıllarca hapiste yatıp veya Bursa sokaklarında dolaşıp, Demokrat Parti İktidarının başında zindandan kaydı silindi ve Doğu Rusya’ya dümen kırdı.
Onun bu kaçışını vatan hainliği telakki edenlerle aynı fikirde değilim. Nazım’ın bilinen manada vatan hainliği yoktu; fakat Türk’ün ruhuna ihaneti vardı.
Nice vatanperver geçinen insanlar var ki; yurdumuzda suçları Nazım’ınkinden aşağı değildir; ve onlar, hiç olmazsa inandığı batıla sadık kalmış olan Nazım’ın fikir namusundan bile mahrumdurlar.
Bakın şimdi Nazım’a hakkını vermeyenlere, 50 yıl önce Necip Fazıl nasıl hak vermiş. O, Nazım’ın sanatsal yönüne, bir toplu iğne başı kadar hakaret etmemiş, üstelik takdir etmiş. Allah rahmet eylesin.
Yeri gelmişken bir Necip Fazıl aşığı, çağdaş şair, değerli dostum Ayhan İnal’ın Necip Fazıl’ın öldüğü gün yazdığı dörtlüğü okuyalım. Yakışır.
ÜSTADIN NECİP RUHUNA
Cümle şuaranın sultanı gitti.
Kelam deryasının tufanı gitti.
Yalnız şair olsa, bunca yanmazdım;
Fikir dünyamızın ummanı gitti.
Nazım’ın en büyük düşmanı sandıkları Necip Fazıl’ın, duygularını okudunuz.
Şimdi de, Nazım’ın “Kuvâyi Milliye”den bir bölümü okuyun.
Okuyun da, şiir sanatı ne imiş, öğrenin.
Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir’de, Aydın’da,
Adana’da dayandık,
dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.
Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur,
Antepliler yiğit kişilerdir.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla faresi gibi
ve korkaktı bir tarla faresi kadar.
Yiğitlik atla, silâhla olur,
onun atı, silahı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce.
Düşman Antep’e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri.
Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan: Antep’in kanıydı.
Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan’ın
Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader,
düz ovayı Antepliler
düşmana bırakacaklardı.
“Karayılan” olmazdan önce
umurunda değildi Karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler Antep’i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla faresi gibi,
korkaktı da bir tarla faresi kadar.
Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini:
“İbret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.”
Ve bir tarla faresi gibi yaşayıp
bir tarla faresi kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yendiler.
Ve bir tarla faresi gibi yaşayıp
bir tarla faresi kadar korkak olana:
KARAYILAN dediler.
“Karayılan der ki: Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür...”
Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
Karayılan’ı
ve Anteplileri
ve Antep’i
aynen duyup işittiğimiz gibi
destânımızın birinci bâbına koyduk.
Ben Nazım’la, Necip Fazıl’ı asla ayırmam. O’nlar şiirin en büyük iki ustasıdır. Sanatlarına dil uzatanların, dilini keserim.
Bırakın, çekemeyenlerin dili kesilsin.
Şimdi de Necip Fazıl’a dönelim ve acımasızca kendini yerdiği, fakat en güzel kelimelerle süslediği “Serseri” şiirinden başlayalım...
“Yeryüzünde yalnız benim serseri,
Yeryüzünde yalnız ben derbederim.
Herkesin dünyada varsa bir yeri,
Ben de bütün dünya benimdir derim.
Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,
Aradım, bir ömür, arkadaşımı.
Ölsem, dikecek yok mezar taşımı;
Kendime ben bile lanet ederim.
Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar;
Ne kendisine yar, ne kimseye yar.
Bir rüya uğrunda ben, diyar diyar,
Gölgemin peşinden yürür, giderim...”
Necip Fazıl’ın “Öfke ve Hiciv” adlı kitabından aldığım “Meydan Şiiri”ni okuyun da, nefesiniz kesilsin...
Tek istikamet, Kâbe; Nerdesin ulvî fikir,
Ve tek örnek, Sahabe... Çilekeş murakabe?
Böyle yükseldi sütun, Sahte devrimler boyu
Böyle kuruldu kubbe. Tarihî muhasebe?
Derken nuru kararttı. Bağlıdır bu felaket,
Yobazda kara cübbe. Tek tipe, tek sebebe.
Tuzağa düştü arslan; Bir tip, mücerret model;
Sorguç takıldı kelbe. Batı ajanı kahbe !
Vatan, yüzelli yıldır, Sürüyü teslim eden,
Mânâda bir harabe. Avrupalı celebe...
Artık iman ve ahlak, Saksı içinde çınar;
Türbedarsız bir türbe Görülmemiş acibe...
Ne hatıra maziden, Hale bak, şu hale bak;
Ne isim, ne kitabe... Eve, yurda, mektebe !
Düşmek, yükselmek oldu; Baba oğlundan mahcup,
Uçurum da mertebe... Hocasından talebe...
Ağla ey koca tarih Bizde profesör derler.
Bu acıkla nasibe ! Kitap yüklü merkebe.
“Doğum” şiirinde de, Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğumunu anlatıyor. Hem de ne anlatmak...
Abdullah’ın mahzun dulu Âmine,
Erdi gayelerin gaye demine.
Diyor ki: “Çekmedim tek lâhza sancı;
Birden bir sesleniş duydum, yakıcı:
Âmine, ne güzel hal oldu sana !
Gebesin, Varlığın Nuru insana !
Arkamı sığadı bir beyaz kanat;
Ve şerbet sundular; cennetten bir tad.
Silindi içimden korku ve tasa...
Sanki doldurmuşlar göğü bir tasa,
Döküyorlar, güneş güneş tepemden.
Geceler kalktı mı yoksa âlemden?
Ve o ses, hep dağ taş eriten sedâ:
İnsanlar, ediniz yokluğa veda !
Var olmaya sebep, âleme rahmet
Son Peygamber doğdu, ismi Muhammed !..
Doğmuştu öksüzüm, haber doğruydu:
Şahadet parmağı göğe doğruydu.
Bir Necip Fazıl daha... İslamiyeti kabul ettiği için kızkardeşini öldürmeye giden Hz.Ömer’in İslamı kabullenişinin hikayesi.
“Ömer Müslüman” adlı şiiri...
Bir garip zaman oldu. Kızkardeşi! Hakikat!
Ortalık duman oldu. “Müslüman mısın?”... Tokat!
Bildikleri düşman oldu. Kan içinde bir surat!
Havuzlar umman oldu. Sonunda pişman oldu.
Ömer müslüman oldu. Ömer müslüman oldu.
Sözü sözdü, gerçekti; “O ses, sokağa vuran,
O’nu öldürecekti. Nedir?”... “İşte bak, Kur’ân!”
Ömer kılıcı çekti. Baktı, çarpıldı birân...
Göklerden ferman oldu. İçi süt liman oldu.
Ömer müslüman oldu. Ömer müslüman oldu.
Ona yolda bir adam, Kur’ân, esrar oluğu...
Dedi; “Vurmaksa meram, Sonsuzluğun soluğu...
Senin kardeşin islâm!” Gösteren ok, kulluğu...
Olanlar yaman oldu. İnkârı iman oldu.
Ömer müslüman oldu. Ömer müslüman oldu.