İSTANBUL MERHABA
Aşırı kayısı yüküyle kalkışında denge sorunu yaşayan ... sefer sayılı yolcu uçağımız
yaklaşık iki saatlik bir uçuştan sonra saat 22.oo ‘de salimen İstanbul’a indi.
Kitap yüklü iki valizimle havayolu terminalinin uzun koridorlarında uzun ve çileli bir
yürüyüşten sonra “exit” yazan kapıdan dışarı çıktım.
Dışarıda taksi bekleyen yolcular sıraya girmiş. Karşılayıcılardan biri gelen
yolcularından birini kolundan çekiştiriyordu;
-- Aracım karşıda gel, dedi.
Kadıköy otobüslerini bir hayırseverden sordum. Onca telaş içinde “benim için”
durakladı;
-Büfenin arkasında, dedi.
Büfenin arkasına geçtim. Otobüsüm beni bekliyormuş. Sol karşı çaprazda oturan ince
gence saati sordum. İnce yapılı genç;
-On onbeş, dedi. Yanındaki uzun saçlı, ince yapılı soluk yüzlü genç bayan , karnındaki
bebeği okşadı. Kendi kendime;
-Yazık. Beslenme yetersizliği.. Doğacak çocuk acaba bu dünyayı beğenecek mi, diye
düşündüm.
Karşımdaki yolcu, otuz otuzbeş yaşlarını yaşayan ince yapılı, belki evhamlı kısa saçlı
bir kız kurusuydu. Uzun saplı orta boy bavulu, turuncu renkli çantası , kutulu poşetiyle
bütün elleri meşguldü.
Ellerine baktım. Kemikli uzun parmaklarında hiç bir yüzük yoktu. Tırnakları kısa
kesilmiş, ojesizdi.
Uçaktan inerken alelacele sürdüğü ruj ile dudağına sanki kırmızı bir kelebek
kondurmuştu.
Yanımda oturan kilolu genç yüzünü cama , arkasını bana dönmüş uzun telefon
konuşmasını yapıyordu. Adamın derdi konuşmaktı. Eften püften bir şeyler anlatıyordu.
Çekinmesem adama;
-Kardeş eften püften konuşma kısa kes, desem, kilolu gencin kalbi kırılabilir, belki de
sinirlenip;
-Sana ne be,sen önüne bak, diyerek beni fena halde bozabilir, maraza çıkarabilirdi.
Önüme baktım. Önümdeki kız kurusu, pastel turuncu taytıyla bacak bacak üzerine
atmış, esneyip durdukça ağzından kırmızı renkte küçük kelebekler uçuşuyordu.
Yorucu bir yolculuk yapmış olmalıydı. Kendisini karşılayacak olan eğer annesi ise ;
-Yavrum yolculuk nasıl geçti, diye sorabilir , o da bu soruya ;
-Yorucuydu anne , diyebilirdi.
Kızcağız şekilsiz kumral kaşlarına fırça ile şekil vermeye çalışmış ancak bunu da
becerememişti. Diz dize süren bu uzun otobüs yolculuğundan sıkılmış olacak ki, gözlerime
bakıp bir ara ;
-Son durak mi, diye sordu. Ben de ;
-Hayır , son durak Kadıköy, dedim.
Kadıköy'e geldiğimde 12 nolu durağa koştum.
Durakta 12/a nolu otobüs ile birbirine sarılıp öpüşen uzun boylu bir genç ile ince
narin bir kız gördüm.
Yanlarındaki iki genç kız ise olayla ilgileniyor görünmüyorlardı.Ellerindeki telefonla
ilgiliydiler.Durum ,onların öğrenci olduğunu gösteriyordu..
Onbeş dakika sonra otobüs geldi. Genç oğlan otobüsteki sevgilisine el salladı.
Karanlıklar içindeki otobüsün içi ışıl ışıldı. Otobüs Üsküdar ’a yöneldi.
Bir iki durak sonra otobüse bir kaç sıradan figür ile Karl Marx bindi. Heybetli gür
sakalı, ufacık fıldır fıldır oynayan gözleriyle kirli Adidas eşofmanlı bir adem babaydı bu .
Başındaki bere geniş alnına kadar inmişti. Kara kırçıl torba gibi olmuş sakalı,
savaklarda yuvarlanan bir top savana benziyordu...
Gözlerini özellikle üzerime dikmiş sakız çiğniyordu .
Otobüsün penceresinden dışarıya , Sonra Marx ‘ın elindeki poşetlere baktım.
Poşetlerde buruşturulmuş mendillere benzer bir takım kağıt parçaları vardı. Diğer
nesneleri ise bir şeye benzetemedim.
Adam Üsküdar’a , kafasını dinleyecek bir yere doğru gidiyordu, geceyi çimler
üzerinde geçirecekti. Üsküdar sahilleri bu bakımdan iyidir, diye düşündüm.
Adam otobüsün “dur” düğmesine bastı, ancak kendi inmedi. Ben ve benimle beraber
bir genç çift indi .
Ben durakta valizlerimi toplamaya çalışırken genç adam;
-Bey amca size yardım edeyim mi , dedi.
Teşekkür ettim. Gerek yoktu . Zaten ev iki adım ötedeydi...