CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

İSTANBUL MERHABA

Aşırı kayısı yüküyle kalkışında denge sorunu yaşayan ... sefer sayılı yolcu uçağımız

 yaklaşık iki saatlik bir uçuştan sonra saat 22.oo ‘de  salimen İstanbul’a indi. 

Kitap yüklü iki valizimle  havayolu terminalinin uzun koridorlarında uzun ve çileli bir

yürüyüşten sonra “exit” yazan  kapıdan dışarı çıktım. 

Dışarıda taksi bekleyen yolcular sıraya girmiş. Karşılayıcılardan biri gelen

yolcularından birini kolundan çekiştiriyordu; 

-- Aracım karşıda gel, dedi. 

Kadıköy otobüslerini bir hayırseverden sordum. Onca telaş içinde “benim için”

durakladı; 

-Büfenin arkasında, dedi.

Büfenin arkasına geçtim. Otobüsüm beni bekliyormuş. Sol karşı çaprazda oturan ince

gence saati sordum. İnce  yapılı genç; 

-On onbeş, dedi. Yanındaki uzun saçlı, ince yapılı soluk yüzlü genç bayan , karnındaki

bebeği okşadı. Kendi kendime;

-Yazık. Beslenme yetersizliği.. Doğacak çocuk acaba bu dünyayı beğenecek mi, diye

düşündüm. 

Karşımdaki   yolcu, otuz otuzbeş yaşlarını yaşayan ince yapılı, belki evhamlı kısa saçlı

 bir kız kurusuydu.  Uzun saplı  orta boy bavulu, turuncu renkli çantası , kutulu poşetiyle

bütün elleri meşguldü.

Ellerine baktım. Kemikli uzun parmaklarında hiç bir yüzük yoktu. Tırnakları kısa

kesilmiş, ojesizdi. 

Uçaktan inerken alelacele  sürdüğü   ruj ile dudağına sanki   kırmızı bir kelebek

kondurmuştu. 

Yanımda oturan kilolu genç yüzünü cama , arkasını bana dönmüş uzun telefon

konuşmasını yapıyordu. Adamın derdi konuşmaktı.  Eften püften bir şeyler anlatıyordu.

Çekinmesem adama; 

-Kardeş eften püften konuşma  kısa kes, desem, kilolu gencin kalbi kırılabilir,  belki de

sinirlenip; 

-Sana ne be,sen önüne  bak,  diyerek beni fena halde bozabilir, maraza çıkarabilirdi.

Önüme baktım. Önümdeki  kız kurusu,  pastel  turuncu taytıyla bacak bacak üzerine

atmış, esneyip durdukça ağzından kırmızı renkte küçük kelebekler uçuşuyordu. 

Yorucu bir yolculuk yapmış olmalıydı. Kendisini karşılayacak olan eğer annesi ise ; 

-Yavrum yolculuk nasıl geçti, diye sorabilir , o da bu soruya  ; 

-Yorucuydu anne , diyebilirdi.

 Kızcağız  şekilsiz kumral kaşlarına fırça ile şekil vermeye çalışmış ancak  bunu da

 becerememişti. Diz dize süren bu uzun otobüs yolculuğundan sıkılmış olacak ki, gözlerime

bakıp bir ara  ; 

-Son durak mi, diye sordu. Ben de ;

-Hayır , son durak  Kadıköy, dedim. 

Kadıköy'e geldiğimde  12 nolu durağa koştum. 

Durakta 12/a nolu otobüs ile birbirine sarılıp öpüşen uzun boylu bir genç ile ince

narin bir kız gördüm.

Yanlarındaki iki  genç kız ise olayla ilgileniyor görünmüyorlardı.Ellerindeki telefonla

ilgiliydiler.Durum ,onların öğrenci olduğunu gösteriyordu.. 

Onbeş dakika sonra otobüs geldi. Genç oğlan otobüsteki sevgilisine el salladı.

Karanlıklar içindeki otobüsün içi ışıl ışıldı. Otobüs  Üsküdar ’a yöneldi.

Bir iki durak sonra otobüse bir kaç sıradan  figür ile  Karl Marx bindi. Heybetli gür

sakalı, ufacık fıldır fıldır oynayan gözleriyle kirli Adidas eşofmanlı bir adem babaydı bu .

Başındaki bere geniş alnına kadar inmişti. Kara kırçıl torba gibi olmuş sakalı,

savaklarda yuvarlanan bir top savana benziyordu...

Gözlerini özellikle üzerime dikmiş sakız çiğniyordu .

Otobüsün penceresinden dışarıya , Sonra Marx ‘ın elindeki poşetlere baktım.

Poşetlerde buruşturulmuş mendillere benzer bir takım  kağıt parçaları vardı. Diğer

nesneleri ise bir şeye benzetemedim.

 Adam Üsküdar’a , kafasını dinleyecek bir yere doğru gidiyordu, geceyi çimler

üzerinde geçirecekti.  Üsküdar sahilleri bu bakımdan iyidir, diye düşündüm. 

Adam otobüsün  “dur” düğmesine bastı, ancak kendi inmedi. Ben ve benimle beraber

bir genç çift indi .

Ben durakta valizlerimi toplamaya çalışırken genç adam;

-Bey amca size yardım edeyim mi , dedi. 

Teşekkür ettim. Gerek yoktu . Zaten ev  iki adım ötedeydi...

<