Bülent Şeren ve Faruk Şensoy Babıâli’den rüzgâr gibi geçti
Mesleğimin ilk yıllarında kanımın kaynadığı ağabeylerdendi Bülent Şeren.
Gazeteciliği aşk derecesinde seviyordu.
Dünyada ve Türkiye’de SABAH gazetesinin yazı işleri odasına girdiğinde bir sevinç kaplardı yüreğimizi.
Biz çiçeği burnunda gazeteciler; Şeref Oğuz, Ali Seven, bugün üçü de rahmetli olmuş yazı işleri müdürümüz İlhan Ezik, Ömer Lütfi Mete ve Kemal Sulaoğlu onu görünce işlerimizi hızlandırır sohbetine kavuşmak için sabırsızlanırdık.
Bülent Şeren’in dünyalar kadar zengin yüreğinde biz de yer bulmuştuk.
Gazetenin günlük hay huyu geçtikten sonra o küçük yazı işleri odasında ya da dışarılarda bir yerde sohbete dalardık.
Tükenmeyen neşesiyle neşe dolar, günün gerilimini atıverirdik üzerimizden.
Gazeteye bazen çocukları Key, Şirin ve Gülce’yle gelirdi.
Bülent Ağabey’in çocuklarını da çok sevmiştik.
O, karikatürist, yazar, muhabir, mizah yazarı, ressam, sayfa sekreteri; kısaca gazeteciydi.
Bülent Şeren’le gittiğimiz çeşitli yerlerde renkli kişilerle tanıştık. Komünist Şadi (Alkılıç) bu kişilerden biriydi. Dünya görüşleri zıt bu iki insanın dostluğu bizi imrendirirdi.
Biz genç gazetecilere bir şeyler öğretmeye çalışan, bizlerle gününü gecesini paylaşan Bülent Şeren’in bazı sıkıntıları olduğunu çok sonraları öğrendik.
Ve bir gün
Hürses gazetesinde yazı işleri müdürüydüm. İstanbul gazetesindeki arkadaşlarımız Bülent Ağabey’in gazeteye geldiğini ve beni görmek istediğini haber verdiler.
Koştum, gittim. Birçok meslektaş gazetenin direkli yazı işleri salonunda o gün çok şık giyinmiş Bülent Şeren’i süzüyordu.
Bülent Ağabey beni görünce boynuma sarıldı, yanaklarımdan öptü ve sonra bizlerle vedalaşarak Menekşe’deki evine gitti.
Gidiş o gidiş.
Ertesi sabah karakoldan İstanbul gazetesini arayarak Şeren’in intihar ettiğini söylediler.
O gün sevdikleriyle birer biri vedalaşan Bülent Şeren’in çizdiği son karikatür İstanbul’un uzun yazı işleri çalışma masasında duruyordu. Şeren kendini çizmişti. Karikatürde kafasına dünya düşmüş Bülent Şeren vardı.
26 Nisan Bülent Ağabey’in 41. ölüm yıldönümü.
Özlem, saygı ve rahmetle anıyorum.
SİZ FARUK ŞENSOY’U TANIDINIZ MI?
Ölümü tek sütün haber olmuştu gazetelere.
Gazetelerin mutfağında çalışanlar Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin gönderdiğini ölüm haberini okuyunca “Bir gazeteci daha ölmüş.” diye dudak büktüler, haberi zoraki kullandılar.
Zaten onlar Faruk Şensoy’u hiç tanımadılar ki?
Onunla çalışanlar, onu tanıyanlar öldüğü haberini duyduklarında konuşmalarına çeşitli parantezler açarak başladılar. Parantezler hep eleştiri ağırlıklıydı.
Anlaşılan onlar da Babıâli’nin haşarı çocuğu Faruk’u yeterince tanımamışlardı.
32 yıllık meslek hayatında hep uçlarda dolaştı. Hayatı hep uçlarda yaşadı. Bir gün en lüks otellerin kral dairesinde, bir gün bekâr odasında.
Acılarını da en uçlarda yaşadı, kimseyle paylaşmadı.
Kanseri yendi, yendi ama 20 yıl ona meydan okuyarak, alay ederek yaşadı.
O Faruk ki, hayata ve kansere meydan okuyan Faruk, kimseye boyun eğmedi, kimseyi kırmadı.
Onun için en fazla arkadaşlarını biraz üzdü denilebilir.
Ama ölümü çok üzdü.
Cenazesinde bir avuç gazetecinin dışında ardından gözyaşı döken sevgilileri ve dostları vardı her kesimden.
Faruk’u Çengelköy’de dedesi Hafız Ali Şensoy’un yanına defnettik.
Onunla dostluğumuzdan arda kalan hüzündür artık. Bir de herkesin tanıdığı Faruk’un gizli dünyasına nüfuz edebilmiş olmak.
Babıâli’ye ikinci bir Bülent Şeren gelmeyeceği gibi Faruk Şensoy da gelmeyecek.
Kimseler onun gibi röportaj yapamayacak. Kimseler Türkçeyi onun gibi kullanamayacak.
Allah rahmet eylesin.
SORDUM GİTTİ
Meslektaşlara can alıcı üç soru:
Sahibi milletvekili olan gazetenin yazarları ne kadar özgürdür? Her istediklerini yazabilirler mi? Partili olduğunu açıklayan medya ombudsmanına güvenilir mi?
İlk, en, son gibi kelimeler gazeteci/gazete için tehlikeli kelimelerdir. Karar'a göre bu Ramazan "EN" hüzünlü Ramazanmış. Peki, bu ülkenin evlatları zamanında; Balkan Savaşları'nda, Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşı'nda, mübadele günlerinde hüzünlü ramazanlar yaşamadı mı?