Türkiye'nin Sanat Elçisi: Bedri Baykam
O kadar popüler, kendini halka öylesine sevdirmiş bir isim Bedri Baykam.
Ressamlığın yanında, program yapımcısı, futbol yorumcusu, aktif politikacı, insan hakları
savunucusu, aktivist, sanat eğitimcisi, yazar, (UPSD) Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği
Başkanı ve UNESCO Dünya Sanat Birlikleri Başkanı olmak üzere, çok çeşitli alanlarda
başarılı işlere imza atmış bir sanatçı.
Piece of Art olarak ünlü sanatçıyla görüştük, biz sorduk, o içtenlikle anlattı. Doyumsuz bir
sohbet oldu.
Günsu Saraçoğlu: Türkiye"de “Ressam” denince akla siz geliyorsunuz. Bunu nasıl
başardınız?
Bedri Baykam: Kolay olmadı tabii. Günde 18 saat çalışarak diyebilirim. Herkes çalışmaktan
yorulur, dinlenmek ister. Ben tam tersi, çalışmaya vakit yetmiyor diye şikayet ederim.
Dilşad Atasoy: Çok küçük yaşlardan itibaren resim yapmaya başladığınızı biliyoruz.
Türkiye"nin harika çocuklarından birisiniz. Çocukken gelen bu şöhret nasıl etkiledi sizi?
B.B.: Kendimi bildim bileli resim yapıyorum. Ailem fark etti ve hep destekledi. İki yaşından
beri çizdiğim her şeyi sakladılar. Kendimi özgür hissettiğim bir çocukluğum oldu. 6 yaşımda
ilk sergimi açtım. Uluslararası bir şöhrete kavuştum çok erken yaşta. Fakat bu beni
şımartmadı, ailem çok dengeli yönetti bu süreçleri. Resim benim için hayatımın ilk oyunuydu,
kendi başıma oynadığım bir oyun bu ve hala da sürüyor.
G.S.: Önce ekonomi okudunuz Paris"te, ardından resim okudunuz değil mi ? Neden tercihinizi
bu şekilde yaptınız? Eğitim süreciniz nasıl gelişti?
B.B.: Eğitimim sürerken hayata makro bakmayı tercih ediyordum. Ekonomi, uluslararası
ilişkiler, siyasi ilişkiler beni çok ilgilendiriyordu. Babamın da siyasetçi olmasının çok etkisi
var tabii bunda. Tüm bunlar sanata da daha farklı bakmamı sağlıyordu. Ben hiçbir zaman, tek
bir konuda uzmanlaşmak, bir konuyla ilgilenmek istemedim. Hep farklı konularla ilgilenmek,
her şeyi öğrenmeye çalışmak isteyen bir insan oldum. Paris’te ekonomi ve aktörlük okudum.
Ardından Amerika’da resim ve sinema okudum.
D.A.: Eserlerinizde hangi temaları işlemeyi seviyorsunuz? Erotizm, biraz ön plana çıkıyor
sanki resimlerinizde?
B.B.: Elbette her sanatçının işlemeyi sevdiği temalar vardır . Benim yelpazem fazla geniş
diyebilirim. Sanat tarihi, siyaset, İstanbul insanın kendi iç dünyasıyla hesaplaşması ve tabii
erotizm. Popüler kültüre gönderme yapan öğeler beni korkutmuyor. Önemli olan bunların
nasıl kullanıldığı, hangi sanatsal dille, nasıl aktarıldığı. Ben hangi imgeyi kullanırsam
kullanayım, bayağı olmayacağını biliyorum. İstanbul, zaten benim rüya kentim. O beni
şekillendirdi, ben de onun estetik değerlerini şekillendirmeye çalışıyorum. Ben erotizmi
İstanbul"da keşfettim. Erotizmin içinde de, İstanbul ve Türk erkeği zevkleri var. Emin olun ki
erotizm diğer konulardan daha fazla ilgi çekiyor. Yoksa resimlerimde, Atatürk de var, Che"
de, Deniz Gezmiş de, sanat tarihi de...
G.S.: Sizi tanımlarken Türkiye"nin Sanat Elçisi sözünü kullanmak yanlış olmaz
sanırım,Türkiye"nin sesini duyurmak için çok çaba harcıyorsunuz. Biraz bundan bahseder
misiniz?
B.B.: Ben sergi açmaya başladığım 1963 yılından beri uluslararası bir sanatçıyım. Kendimi
bildim bileli bu böyle, çok haklısınız, ben Türkiye’nin sanat elçisiyim. Avrupa, Amerika,
Uzakdoğu, dünyanın her yerinde sergiler açtım ve açmaya devam ediyorum. Türk çağdaş
sanatını dünyada temsil etmek, bu alanda “Türkiye” sesini duyurmak, benim için vazgeçilmez
bir tutku. Bir ressam kendi sınırlarını kendi çizer. Kendi kurallarını daha çok da geniş bir
kitleye, ulaştırabilen sanatçı, çağa damgasını vurmuştur.
D.A.: Risk almayı seven bir sanatçısınız. Yaptığınız şeyler sizi zora sokmuyor mu?
B.B.: Risk almadan sanat nasıl yapılabilir ki... Ben Türk çağdaş sanatını önce
dışavurumculuğa çektim, Ardından siyasal ve multimedyayı sanata çektim. Ardımdan takipler
geldi. En son da 4-D’ler. Sanat ortamı ne zaman getirdiğim bir yeniliğe alışsa ya da beni
takip etse, hemen yenisine geçiyorum. Onlar yeni durağa vardıklarında ise benim başka yere
bilet almış olmam lazım. Picasso ile rekabet gerçekten zor bir hedef ve risk almadan hiçbir
şey yapamazsınız. Ancak resim yapıp satarsınız, geçiminizi sağlarsınız. Oysaki ben sanat
tarihini üretiyorum ve içinden geçtiğimiz dönemin nabzını tutuyorum. İşimi çok seviyorum.
Bundan yüzlerce yıl sonra sanat tarihinde adımın var olacağını bilerek yaşıyorum.
G.S.: Son dönem çalışmalarınıza 4 D ismini verdiniz. Bunlar hem Contemporary İstanbul’da,
hem de Monaco’da sergilendi. Biliyoruz ki bu çalışmalara ayrı bir önem veriyorsunuz. Neden
4 D ve neden önemli?
B.B.: Çünkü, yükseklik, en, derinlik boyutlarına ek olarak zaman faktörünü katıyorum. Lens
teknolojisi ile ürettiğim bu eserlerin her birinde, dokuz on katman birbirinin üstüne
oturtuluyor. Bu teknikte Picasso ve Monica Belluci benim modellerimin yanında duruyor
olabilir, Van Gogh, Dali veya Gauguin’e göndermeler, aynı görüntüde bir araya gelebilir. Bu
eserler 20. yüzyıl sanatını kapsayan ve 21. yüzyıla değinen bir sentez olması açısından çok
önemli.
D.A.: Türk sanat ortamında, sizin eserlerinizin fiyatı konuşulmuştur her zaman.Siz biraz da
sanatta piyasayı belirleyen konumundasınız sanırım.
B.B.: Türk çağdaş sanat ortamında fiyatları hep ben belirledim diyebilirim. 80"li yıllarda
resimlerimin fiyatını alışılmışın beş katına çıkardığımda, bana deli gözüyle baktılar. Sonra
baktılar ki satıyorum, herkes yavaş yavaş yukarı çekti resim fiyatlarını. Sadece fiyat değil, her
konuda böyle oldu. Basın bültenli ve kataloglu sergiler, resimler de dev ebatlar, sanata siyaset
ve erotizm sokmak, kolajlar, multimedya ve tüm bu yenilikleri ben başlattığım için, şimşekleri
hep üstüme çektim. Kıskançlıklara bile hoşgörüyle, sabırla bakabiliyorum artık.
G.S.: Uluslararası bir sanatçı olarak, yurtdışında çok sayıda sergi açmış ve sergiye katılmış
bir insan olarak gözlemleriniz bizim için önemli. Yurtdışında sanata bakış açısı ile Türkiye
arasındaki farklar konusunda neler söylemek istersiniz?
B.B.: Çok ciddi farklar var tabii. Türkiye de resim satın alan ya da müzayedelere gidenlerin
büyük bölümü sanat tarihini, bırakın sanat tarihini sanatın alfabesini bilmiyor. Modern sanatı
hiç bilmiyorlar. Yurt dışında sanat konusunda daha bilgili ve ilgili bir kesim olduğunu
söyleyebilirim. Ülkemizdeki tüm tutuculuk, ilgisizlik ve destek eksikliğine rağmen Türk Genç
Sanatı hızla yol alıyor bence.
D.A.: Resimlerinizde anlatmak istediğiniz nedir? Resimlerinizi anlıyor mu sizce insanlar?
B.B.: Benim resimlerimi anlamaları için kitaplarımı ve otobiyografimi okumaları lazım.
Yazdıklarımda, insanların beni anlayacağı birçok ipucu veriyorum. Okuyup, resimlere bakıp,
bu anahtarları oluşturmaları gerekli. Tabii bu bir seçim. Zaten okumayan bir toplumuz, sanata
olan ilgi de malum...
G.S.: Ressamlık kadar başarılı olduğunuz bir alan da yazarlığınız aslında. Yazdığınız kitaplar
da resimleriniz kadar ses getiriyor. Ama biraz ressamlığın gerisinde kalıyor gibi, yanılıyor
muyum?
B.B.: Yok haklısınız, yazarlığım, ressamlığımın gölgesinde kaldı hep. 45 yıllık ressam Bedri
Baykam, çok dominant olduğu için yazarlığım ön plana çıkamadı. Binlerce okuyucumdan
mailler alıyorum. Bana göre, “Kemik” romanı belki de son dönemlerde yazılan en ilginç, en
güçlü kitap. Buna rağmen Türk yayın hayatında istediğim kadar derin algılanmadı diye
düşünüyorum. Üstüne bir de siyasi sansürler ekleniyor, Atatürkçü, laik, demokrat kimliğim
çok insanı rahatsız ediyor. Bu nedenle hep kitaplarıma da, sanatıma da sansür getiriliyor.
Örneğin "Kemik" romanım toplatıldı müstehcenlik sebebiyle. Sekiz ay mücadele ettim, bunun
bir felsefe kitabı olduğunu, buradaki cinselliğin, insanı ve hayatı derinliğine anlamak ve
anlatmak için gerekli olduğunu açıklamaya çalıştım. Bu romanda 11 Eylül olayları
detaylarıyla anlatılıyordu. Basında bu yönüyle hiç yer almadı. Bu çok trajikomik bir durum
bence.
D.A.: Ressamlığınız ve yazarlığınız birbirini nasıl etkiliyor?
B.B.: Ben bir kaç işi aynı anda yapabiliyorum. O gün içimden yazmak geliyorsa yazarım.
Gelmiyorsa resim yaparım ya da yapmam gereken diğer işlerime bakarım. Devamlı bir
faaliyet halindeyim. Yazarken tıkanma, işin içinden çıkamama durumu yaşamam. Böyle bir
şey bilinçaltımda hissedersem, resim yapmaya dönerim tekrar. Resim yapmak yazarlığımı
besler, yazarlığım da ressamlığımı...
G.S.: Sanat hayatınız boyunca ne gibi zorluklar yaşadınız?
B.B.: New York sergimde daha 8 yaşındayken resim satmaya başladım. O dönemde
uluslararası şöhretim belki de dünyada bu güne kadar hiçbir çocuğa nasip olmamıştır.
Dünyada pek çok önemli gazete ve televizyon sürekli benden bahsederdi. Ama ergenlik çağı,
ortaokul ve lise dönemlerim, üniversite öğrencilik yıllarım sanatçılığımın durağanlaştığı
zamanlardı. Yirmi üç yaşından itibaren Amerika"da kendimi tamamen sanata verdim. O
günden bu yana da yalnız sanat ve yazarlık yaparak yaşıyorum. Siyaset de yaşamımda önemli
bir yere sahip. Bu da bir özgür düşüncenin bir parçası olduğu için çok engellendim. İnsanların
bildiğinin aksine çok çok kötü mali krizler yaşadım. Maddi zorluklar yaşadım. Bir kıtada
yalnız başıma mücadele ettim. Bir Türk"ün, uluslararası düzeyde avantgarde modern sanat
yapmasına alışık olmayan batılı sistemlerin ön yargılı, ırkçı tutumuyla mücadele ettim.
Türkiye’de beni çekemeyen, kıskanan çok sayıda insanla savaştım. Hiç kolay olmadı bu
günlere gelmem.
D.A.: Türk sanatının içinde geçmişten bugüne hep tartışmalar var. 80’li yıllarda figüratif
resim mi soyut resim mi tartışması vardı. Bugün enstalasyon, kavramsal sanat, tuval resmi
tartışmaları sürüyor. Hangisini savunuyorlarsa aynı keskinlikte de diğerini reddediyorlar
maalesef. Hepsini yapan biri olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
B.B.: Evet bu tartışmalar geçmişte sanatçıların birbirleriyle kanlı bıçaklı olmasına, küsmesine,
sağ ve sol gibi kamplara ayrılmasına kadar varan trajikomik bir durumdu ne yazık ki. Daha
çok da tutucu akademisyen çevre arasında oluyordu bu tartışmalar, genç sanatçılar o dönemde
olanları ibretle izliyordu. Ben figüratif-soyut kavgasının bir noktasında hiçbir zaman
bulunmadım. Çünkü benim resmim hiçbir zaman figüratif veya soyut resim olmadı, kimi
zaman figüratif, kimi zaman soyut oldu. Bazen soyut bir kavramı anlatmak istersiniz, bazen
figüre ihtiyaç duyarsınız, bazen erotizmdir, bazen siyasi ya da tarihi olabilir. Figür olabilir ya
da olmayabilir bu benim ana konum değildi. Zamanla bunu aştık, 90’larda enstalasyon ve
tuval kavgası geldi. Ben buna da kendi açımdan gülerek baktım. Çünkü benim sanatımda
zaten böyle bir ayrım yoktu. Multimediayı da enstalasyonu da Türkiye’de ilk yapanlar
arasındaydım ama bu durum tuval üzerine resim yapmama mani olmadı. Yani ben resim
yapmayı enstalasyona alternatif olarak görmedim. Kimi enstalasyon yapar, kimi yalnız resim
yapar, kimi hepsini karıştırarak yapar ama Türkiye’de enstalasyon yapanlar tuval yapanlara
savaş açtı sanki. Bütün bunlara da gülümseyerek baktım, çünkü dünya sanat merkezlerinde,
müzelerde, galerilerde hiçbir zaman tuval resmi ölmedi.
Türkiye’de çağdaş sanatın, 90’larda başladığını sanan bir batılı insanlar grubu vardır. Halbuki
hepimiz bu ülkenin sanatının yavaş yavaş geçirdiği aşamaları, nereden nereye geldiğini
biliyoruz. İlk 80’lerde yeni dışavurumculuk ile birlikte grafiti ve kolajın girmesi, 80"lerin
sonuna doğru, enstalasyonlar ışıklar, fotoğraflar, sesler... O dönemde bunu yapan bizlerin de
50’lere 60’lara 70’lere borcumuz olduğunu biliyoruz. 80’lerde bin bir zorluğa rağmen resim
üretip satabildiysem, bu Fikret Mualla, Abidin Dino, Nejat Devrim gibi sanatçıların açtığı yol
ile mümkün olabilmiştir. Bunlar üst üste konan tuğlalarla örülen bir süreçtir.
G.S.: Türkiye"deki çağdaş sanat piyasası konusunda neler düşünüyorsunuz?
B.B.: Türkiye’de koleksiyonerlerin sanat bilgisi yok. Neden resim aldıklarını bilmiyorlar.
Sanatçıyı tanımıyorlar, akımları bilmiyorlar ve öğrenme çabaları da yok. Eskiden insanlar
“Koltuğuma uyuyor”, "Duvarıma uyuyor” diye resim alırlardı. O zaman bile daha iyiydi.
Müzayedelerde aralarında da anlaşarak giriştikleri, para odaklı spekülasyonlar yaratan
alımlarla nereye varılabilir? Böylece ancak yapay, göstermelik bir piyasa oluşturulmaya
çalışılıyor. Daha çok insanın sanat eseri satın alıyor olması, galerilerin artması sanatın
geliştiği anlamına gelmez. Galeri açmak bir iddiadır, sanata ve sanatçıya gösterilen özendir,
sadece kapitalle olmaz. Sanat piyasasına hisse senedi piyasasına girer gibi girilmemelidir.
Resim uzun vadede en iyi yatırım aracıdır. Kısa vadede bundan para yapmaya çalışan insan
bu piyasayı bozar, zarar verir.
D.A.: UPSD’nin önerisiyle tüm dünyada 15 Nisan dünya sanat günü olarak ilan edildi.Çok da
güzel oldu.Bu öneri nerden aklınıza geldi?
B:B.: Avrupa sanat birlikleri dünya genel kurulunda, bizim önerimizle, Leonardo Da
Vinci"nin doğum günü olan 15 Nisan Dünya Sanat günü olarak kabul edildi. Bunun eksikliğini
hep hissediyordum. Tiyatro günü var, müzik günü, anne günü, baba günü, her şeye ait bir gün
var. Bizim niye günümüz yok diye sorguluyordum hep. Yönetim kuruluna getirdim konuyu,
üstünde düşündük, tartıştık. Mağara resimlerinin dünyada ilk olarak keşfedildiği zamanı
bulsaydık “o gün olsun” diyebilirdik. Leonardo’nun doğum gününün 15 Nisan’a denk
gelmesi, 15 Nisanın da baharın ve güneşin güzelliğine denk gelmesi önemliydi.
G.S.: Başarınızın sırrı nedir, Bedri Baykam gibi olmak isteyen genç sanatçılar için bir kaç şey
söylemek istersiniz belki.
B.B.: Başarımın sırrı, öncelikle işini sevmek ve çok çalışmaktır. Disiplinli olmak,
içgüdülerinize güvenmek de önemlidir. Hayatın akışı içinde ipuçları bulabilmek gerekir.
Hayat da, sanat da uzun soluklu bir koşudur. Önemli olan o uzun mesafeyi koşabilmektir.
Piece of Art olarak çalışmalarınızda başarılar diliyor ve bu keyifli sohbet için çok teşekkür
ediyoruz. Eminiz, okuyucularımız da aynı keyifle okuyacaklar söyleşimizi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.