Şehir Yaşamına Tutunan Mutluluklar

Şehir Yaşamına Tutunan Mutluluklar
Yavuz Dizdar’ın yeni kitabı Tarifsiz Neşe Değerli Hüzün geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Bu kez okurlara farklı bir pencereden seslenen Yavuz Dizdar, muhabirimiz Nevzat Soysal’ın sorularını cevapladı.

Hocam, hüznün değerli olduğunu, olabileceğini hiç düşünmemiştim. Neden değerliymiş ki hüzün? 

Hüzün elbette değerlidir, “çünkü gerçek objesi bulunmayan dökülme halini anlatır” diye başlasam yeterli olmayacağı açık, o nedenle öncelikle hüzün ve üzüntünün aynı şey olmadığı kavramıyla başlayayım. Ne dedik, neşe, iyi hissetme hali, kıkırdama, gülme isteği, içinizden bir şeylerin taşması durumu. Bu bir ruh halidir, o da benzer biçimde nesnesi olmadığı için mutluluktan ayrılır. Mutlu olmanız hemen her zaman bir nedene bağlıdır; sınavda başarı, yeni alınan ayakkabı, sevgilinin bakışı; bunlar mutluluğun oluşmasını sağlayan nedenlerden bir kaçıdır, ama kibritin eczaya sürülmesi gibi alevi ortaya çıkarırlar, ama eninde sonunda tükeneceklerinden mutluluk kalıcı olmaz. 

Oysa neşe bir nedene bağı değildir, taşma hali sizin genel yorumu nasıl yaptığınıza bakar, bazen kaybolur, ama saçma sapan ve hatta talihsiz durumlarda bile ironik biçimde ortaya çıkar. Mutsuz ama neşeli olabilirsiniz, oysa neşesiz ama mutlu olma hali pek gerçekleşmez, bu kadar keyifli bir özelliği olsa da neşenin sorunu yaratıcılığı tetikleyememesidir, güldürür, eğlendirir ama şiir söyletmez. Mutluluk da uçurur, ama musikişinas değildir, bir beste ortaya çıkaramaz. Bu kavramların karşılıkları üzüntüdür, bir olaya bağlı olan durumdur, kayıplar, ayrılıklar, başarısızlıklar, ama eninde sonunda gelip geçen tek bir durumu betimler. 

Oysa hayatın çoğu kesiti ne mutluluk ne de keyif vericidir, dertleri zevk edinmek durumuna erişildiğinde ise hüzün ortaya çıkar, adlandırılabilir nedeni olmayan burukluk halidir. Bunun bir ötesi melankolidir, ama siz hüzünde kalmayı başarırsanız, kelime kökeni hazanla aynıdır, gerçek karşılığı yaprak dökümüdür, üretken olmasının nedeni de sanırım budur. Bundan çok iyi resim, beste, roman çıkarabilirsiniz; bütün iş durumun aslına vakıf olup kaçınılmaz olduğunu bilmek, çaresizlik haline yakın melankoliye sürüklenmemek, hazan ve hüzzam tadında kalmasını sağlamaktadır. 

Şimdilerde mutluyum, mutluyuz imajı vermek de adeta bir prestije dönüştü. Her zaman mutlu olmak mümkün mü? 

Her zaman mutluysanız iki açıklaması olabilir, ya Polyanna karakterini idol bellemişsinizdir ya da düz duyarsızsınızdır ya da doğrudan salak olduğunuzu da söylemek mümkündür. İnsanın mutlu olma hali kısa sürelidir ve geçicidir, daha doğrusu içinizden öyle gelse bile beklediğinizde geçeceğini bilmelisiniz. Sürekli mutlu olmak ise hem olanaksızdır hem de olanaklı olsa bile saçmadır. Çünkü yaşam denen sürecin hissedilmesi farkların algılanmasına bağlıdır. Sürekli hüzün halinde olan biri yine de yaşadığını bilir, sadece mutlulukla hiç karşılaşmamıştır. Ama sürekli mutlu olan biri yaşadığını hissedemez, yaşam inişleri ve çıkışları olmayan monoton bir seyahate dönüştüğünde artık hissedilebilir olmaktan çıkar. Hani bazen olur ya, motor yavaşça kalkar, beden olarak hissedemezsiniz, ama camdaki görüntü hareket olduğunu anlatmaktadır. Bazen gerçekten kalkmış olduğunu anlarsınız, ama bazen de aslında yerinizde olduğunu, sadece yandaki motorun harekete geçtiğini çıkarsarsınız. Sürekli mutuyuz imajı vermek mutsuzluğun derinliğine işaret eder, bir adım ötesinde ise hiç imaj verilmez, o zaman artık ortada bir şey olduğundan da kuşku duyar hale gelirsiniz. 

Neşe tüm bu duyguların neresinde duruyor? 

Neşe bir duygu değildir, duygu denilince duyumsanabilir bir şey olması lazım, neşe bu yüzden sadece bir ruh halidir, ama insana sadece yaşıyor olmasının coşkusunu bile hissettirebilir, yani var olan duyguları derinleştirir. Mesela çoktan beri görüşmediğiniz bir arkadaşınızla buluşmuşsunuz, bu mutluluk duygusudur, oldu da geçmişe gidip çok gülerseniz ortama neşe bulaşmış demektir, o buluşma anınızın verdiği mutluluk duygusunu “ne kadar güzeldi” şeklinde taçlandırır. Gerçekten mutluysanız neşe pek gerekmez, ne var ki her zaman mutlu olamazsınız. Bu nedenle neşenin varlığı yokluğundan her zaman daha iyidir. Gerçekten hüzünlüyseniz neşe yine de olabilir, ama başkalarına belli etmeyin, sizi duyarsızlıkla itham edebilirler, hâlbuki alakası yoktur. 

Bir doktor, bir bilim insanısınız aynı zamanda. İnsanla iç içe bir meslek. Çözebildiniz mi insana dair anlamları?

Tamam, doktorluğum diplomayla tescilli, ama bir bilim insanı mıyım bu tamamen tartışılır, ben daha çok filim insanıyım. Her meslek aslıda insanla iç içe geçer, insanla doğrudan karşı karşıya kalmayabilirsiniz, ama insanla alakasız bir meslek yoktur; bir iş belleyip bunu insan dışında sürdürmeye kalkarsanız ya dervişlik ya da meczupluk mertebesi denir. Ben bunların hemen hepsini elimden geldiği kadar yapmaya çalışıyorum, sokakta insanlara, evde kedilere, oysa sadece kontrolümün olası olmadığı rüyalarımda kendime aitim. İnsanın hayattan anlamaya çalıştığı, görebildiği, daha doğrusu algılayabildiği ile kısıtlıdır. Ben algılama kapasitemi artırmaya çalışıyorum, bunu en çok yalnız kalarak yapabilirsiniz, ama bu öyle “mal mal” oturulan bir yalnızlık değil arayışın sürdüğü bir yalnızlık halini yakalamak zorundasınız. 

Böyle bakmayı başarabilirseniz dünyadaki pek çok muammayı ya da bizim yanlış yorumladığımız durumu başka türlü anlamlandırma şansınız var. En azından dünyada hiçbir şeyin anlamsız olduğunu söylemem olası değil, anlamlandırılamayan tek bir şey varsa o da insandır. Şimdi şöyle bir düşünün, dünyadan hangi canlıyı tümden ortadan kaldırırsanız kendi içinde son derece dengeli giden bir doğal sistemi bozarsınız, yaşam döngüsü kırılır. Uçuç böceği azalırsa bitki bitleri artar, yarasalar azalırsa zeytine musallat beyazsinekler azar. Ama insanı sistemden çıkardığınızı hayal ederseniz bilakis her şey mükemmelen düzelmeye başlıyor. O yüzden insanın anlamı aslında anlamsızlığıdır, Cennet’ten atılması boşuna değil de dünyaya da geri dönüşümsüz hasar verebileceği olasılığı sanırım hesaba katılmamış. 

Hayatınızın da mütevazı olduğunu biliyoruz. Basit bir hayat diyenlerdensiniz. İsteseniz şatafatlı, görkemli bir hayatınız da olabilirdi. Çok paranız olabilirdi? Neden elinizin tersiyle ittiniz böyle bir yaşamı? 

Hayatımın mütevazılığı benim bilinçli seçimim gibi görünse bile aslında beceriksizliğimin delili de sayılabilir, nereden bakacağınız bağlı. Ben aslında basit hayat isteyenlerden değilim, karmaşık bile değil, ama mutlaka içerikli bir hayat istiyorum. Algı dışarıdan öyle görülse de yanıltmasın, ben sıradancı değilim, bilakis seçiciyim, “yoksa yoktur” derken, olanaklar istenene erişilmesine imkân tanımıyorsa daha ucuzuyla idare etmek düşüncesinden uzak kalırım, gerçeğini bulmak için çaba sarf ederim, ama benzeri de olsa almam. Bazı açılardan tutucuyum, mesela DVD alacaksam bandrollüsü varsa neyse fiyatı öderim, tamamen aynı olan korsanına el uzatmam. Korsanlığa karşı değilim, ama orijinalini yapanın emeğini her zaman üstün tutarım. 

İsteseydim şatafatlı bir yaşamım olamazdı, olmadığı için böyle oldum. İnsanlar birini değerlendirirken son noktayı dikkate alarak geçmişi sorguluyorlar, oysa o noktaya gelinmenin bedeli budur. Yani hem refah içinde yaşayıp hem de muhteşem düşünceler geliştiremezsiniz. Hem çok temiz olup hem de bir limonun nasıl küflendiğini seyredemezsiniz, soğukta uyumadığınız sürece battaniyenin yorganın nimetini bilemezsiniz. Çok param olamazdı, çünkü ben para kazanma becerim olmadığını vakitlice fark edip ısrar etmekten vazgeçtim. Hayatımın en büyük düş kırıklığı bile bizatihi onun isteği üzerine kapıldığım, çok güvendiğim ortağımın sadece birkaç on bin lira için olan ayrılma talebidir, hala daha anlamadım. Sonra baktım ki kusur bende, çünkü hiçbir konuşmadan ücret talep etmedim, hiçbir yere giderken araba tahsis edilmesini beklemedim, nadiren bilet yolladıklarında defalarca teşekkür etmeyi ihmal etmedim. Başarılı bile olsam hiçbir aşamanın ardından gevşemedim. Ben para değil insan biriktiriyorum, insan para kadar çabuk artmaz, ama her zaman kalıcı olur. Almadan vermeye çalıştım, beklemediğim kadar muhteşem bir dünya buldum.  

Formatlanmış yaşamlardan bahsediyorsunuz. Neleri fabrika ayarından çıkardık da çoktan formatladık bile? 

Çok şey, en çok da insanlığımız fabrika ayarlarından çıktı, ama bu kadarı da yeterli oldu. Şu sıralar yakından izliyorsunuz, Sedat Peker anlatıyor, herkes izliyor çünkü fabrika ayarlarına döndü. Biz her ne kadar mafya deyip basitleştirsek de o âlemlerin de kendine göre bir raconu vardır. Mafya kurallar dâhilinde çözemeyeceğiniz işleri çözmek için kendiliğinden doğar, yani sosyal yaşamın doğal bileşenlerinden birini meydana getirir. Yozlaşma artarsa mafya engeller, ama mafya da yozlaşırsa bugünkü durum ortaya çıkar; sadece bir kişinin fabrika ayarlarına dönmesi bile durumu değiştirir. 

Biz bir şeyi fabrika ayarlarından çıkardığımız için formatlanmadık, formatlandığımız için fabrika ayarlarının çok dışında kaldık. Parası olmayan hastadan doktor para istemez, olandan alır, olmayana bilgisini, görgüsünü ister bilgisinin zekâtı, ister kul hakkı deyin, bu niyetle seferber eder. Paranın bolluğu insanı bozar, mevki sahibi olmanın cazibesi insanı devşirir, güç sahibi olmak kolaylıkla yozlaştırır. Bir zamanın mağduru sonraki zamanın mağruru olur. Bunların bütünü insanlığa dairdir, ama insan olmaya aykırıdır, oysa elli katlı camdan plaza Babil Kulesi yapmak düşüncesiyle bire bir aynıdır. Formatlanma bu insani olmayanın sürdürülebilmesi için zorunludur, takamayacağın kadar çok saat, giyemeyeceğin kadar çok elbise, yiyemeyeceğin kadar çok mamulat başka türlü nasıl satılabilir ki? Önce formatlarsınız, format kendi kendini formatlamaya başlayınca masadakiler bitene kadar devam eder.

Şehir insanını hız da çok hırpalıyor. O hızı ruhsal anlamda en azından düşürmek çok mu ütopik bir hayal? 

Şehir insanı denilen mevhum aslında o girdaba kapılan masum beklentililerden oluşur, bunlar elbette şehir yaşamının hızından etkileneceklerdir. Çoğu şehre yabancıdır, o nedenle sırtında taşıdıkları egemenlerin bir sopaya takıp önlerine uzattığı havucu yakalayabileceklerini zannederek sürekli koşarlar. Girdaptan kastım ise kısır döngü olmasıdır, ama derinlere sürükledikçe hızı daha fazla artar; suyun dinamiği bu, oysa hızı hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda kolaylıkla düşürebilirsiniz. Buradaki tek sorun hızın düşmesi durumunda sizin de yere kapaklanmanız olasılığıdır, sistem bunu göze alamadığı için hızı düşürmez, momentumu koruyamazsanız sendelemeniz kaçınılmazdır. 

Eninde sonunda havucu takip edersiniz, bu zamanının siyah beyaz televizyonuyken, refah arttıkça sinema kalitesi sunan sistemlere dönüşür; lakin hızınızın kesilmemesini sağlayacak kadar fiyat ayarlaması çeker, siz koşmaya devam edersiniz. Mesela kariyer basamaklarında yükselme şansı pompalar, siz bu kez arkadaşınızın sırtında tepinirsiniz. Olmadı, daha çalışırken bile emeklilik hayalleriyle süsler, harcama olasılığınız olan parayı bu kez fona geri çeker. Havucun koşarak yakalanması şansı yoktur, oysa maksat havuçsa yine de bir seçenek vardır, aniden durursunuz. Bu durumda üzerinizde havuç tutucu ya sırtınızdan fırlar ya da tutunsa bile kontrol edemediği ip sarkaç hareketiyle havucu önünüze getirir. Hala akıllanmadıysanız havucu yersiniz, aklınız biraz başınıza gelmişse havuzun o kadar da dert edilecek bir şey olmadığını artık anlamışsınız demektir.   

Eskiye öykünmek gibi değil ama, sizin çocukluğunuzun insanıyla günümüz insanı arasında davranışta, nezakette ne gibi farklılıklar var?

Eskiye öykünmek değil elbette, gariptir nostalji her çağda var görünüyor, yani insanlar her zaman eskiye öykünürler. Ama iş davranışlardaki farklılığa gelince sıradanlaştığımız açık olsa da bunu ancak bilene anlatabilirsiniz, öncekini görmemiş olan için algılatılabilecek bir şey yoktur. İnsanların çok çok uzun zamandır unuttukları özellikleri diğerlerine saygı, bunun içinde başta doğa var, emek vererek kazanılanın üstünlüğüne olan inanç, bir miktar da karşılıklı nezaket, iyi komşuluk bilinci ve özgün olana iltifat. Günümüz insanında kibir tarihteki en ciddi sıçramalarından birini yaşıyor; ister malların ucuzlaması, ister formatlamanın etkisi, isterseniz “başarı hikâyesi” olarak pazarlanan kötü örneklerin artışı biçiminde açıklayın, kibir panzehri olmayan günahtır. Bu koşullardan nasihat vererek ne kadar çıkabileceğiniz tartışılır, ama bir tek iyi örnek bile durumu fabrika ayarlarına çevirmek için yeterli olabilir. Elbette eski ile bugün arasında farklılıklar var, ama eski ile o gün arasında hep farklılık olmuş zaten. Bugünün esas açmaz noktası dünyanın tükenmeye gitmesi ve anladığım kadarıyla insanın hatalarından dünyayı tamamen tüketmeden dönmek gibi bir algısı kalmamış.

Yaşam kadar ölüm gerçeği de var. Şimdilerde pandemi nedeniyle aklımızın köşesinde ve çıkmıyor. Bir kanser uzmanı ölüm kavramını nasıl değerlendirmeli?

Aslında ölüm gerçeği hayattaki tek gerçeklik halidir, en azından bize böyle öğretildi. Bunun pandemi nedeniyle akıllara daha fazla geliyor olmasında şaşırtıcı bir şey yok, ama esas şaşırtıcı olan akıllardan uzaklaşabilmiş olması ki bu elbette çağın etkisi. Ben bu soruyu tersten alarak yanıtlamaya çalışayım, “biz yaşıyor olduğumuzu neden düşünüyoruz ki” diyeyim; bu önermede inanın Matrix gibi değerlendirme biçimlerine atıf yok. Sadece gece uyuduğunuzda gördüğünüz rüyaları dikkate alın, sonra buna sanal gerçeklik gözlüğünü ekleyin, hatta bir de dokunma duyusu hissini yaratacak bir giysi vereyim; birine istediği herhangi bir şeyi duyumsatmak bizim bildiğimiz tarihçede hiç bu kadar mümkün olmamıştı. 

Ama ölümün gerçekten ne olduğunu anlamakta ısrar ederseniz Kızılderililerin “ayrılık küçük ölümdür” betimlemeleri yeniden değer kazanır. Benim algımda insan bedeni ruhu taşıyan bir kozadır, ölümsüz olan ruh, içinde yaşadığı koza ömrünü tamamladığında bir sonrakine göç eder. Bundan ortaya çıkan şey edinilmiş olan deneyime ait hafızadır, günümüzde “bulut” olarak tanımlanabilir, bizim bütün yaşamımız buna verdiğimiz katkı kadar yer tutar. Sonuçta kaçınılabilir mi, hayır. Bugüne dek ölümü yendiği bilinen kimse çıkmamıştır; o zaman yaşamınızı iyi şeylerle doldurunuz ve kaçınılması olanaksız son, yani makber için kendinizi hazır tutunuz. Makber kelimesinin karşılığı her ne kadar “gömme yeri” olarak verilse de anlamının kabir olmayacak kadar derin olduğu açıktır. 

Hayat herkese limon verir, diyorsunuz ama mühim olan ondan limonata yapabilmek. Bu betimlemeyi gerçek hayattan örneklerle açıklar mısınız?

Bu söz bizim Anatomi Hocamız Sami Zan’a ait, liseden birinci, üniversiteden birinci, ama arkası olmadığı için tıbbın para kazanmaktan uzak tek dalında, tuvalete en yakın sonuncu sandalyede oturarak asistanlığına başlamış. Oysa tıbbın bize sunduğu en büyük ayrıcalık onun varlığı ve anlattıkları oldu. Hayat limon verdi, o ise limonata yapmayı başardı. Sami Zan limonata konusunda elbette yalnız değildir, sadece yöntem değişir. Tarihte kötü koşullarda yetişip de çok büyük işler yapmış insan sayısı aksinden çok daha fazladır, çünkü maddenin tabiatı budur, yani yenilikçilik yoksunluktan, derinlik hüzünden beslenir. Mendel’e genetik bilimini ortaya çıkaran ilham yaşadığı manastırın zamansızlığının hediyesidir, onun bezelyeleri çok iyi bilinir de buna birkaç dekar bezelye tarlasının yıllar boyu gözlenmesiyle eriştiği anlatılmaz; üstelik makalesi kabul bile görmemiş, ölümünden yıllar sonra varlığı keşfedilmiştir.  Picasso ve Dali dışında verdiği eserler sayesinde zengin olan ressam yoktur, çoğunluk başyapıtlarını birkaç lokma ekmek parası karşılığında satmak zorunda kalır. Onların en çok iki ortak özellikleri vardır, birincisi doğru bildikleri yoldan dönmemişlerdir, kendilerine sadık kalmışlardır. Ama ikincisi de yaşamdan alabildikleri kadarıyla limonata yapmayı becermiş, ama bize miras olarak turunç bahçeleri devretmişlerdir. 

Kitabınızda tarihten, sanattan da pek çok örnekler var. Demek sadece bilimle olmuyor bazı şeyler diye düşünüyor insan. Çok yönlü bilgiyle donatılmış bir insanın özellikleri neler sizce?

Aslında bilim diye bir şey yoktur, kelime türetmedir, esası ilimdir, yani emarelerden, ufak tefek belirtilerden yola çıkarak gözle görülemeyeni betimlersiniz. Bilim bunun kitaplaştırılmış halidir, o biçimiyle bile dogmatik özellik kazanmaya başlar. İlimde sınır yoktur, ayrılmaz parçaları felsefe, sanat ve ilahiyattır ki bunlar da zaman zaman iç içe geçerler. Bugünü kuran esas kişilere bakın lütfen, mesela Da Vinci hem mekanikçi, hem anatomist ve beri yanda ressamdır, sayabileceğim en az bir düzine başka özelliği de var. Marie Curie hem kimyager hem fizikçidir, kadın olmanın dezavantajıyla bilenir. Platon, Aristo, İbni Sina ya da Nikola Tesla’yı saymıyorum bile, çok yönlü donatılmadan ilimde çığır açmak olası değildir, sadece türev ürün geliştirirsiniz, ama köklü değişiklik yaratamazsınız. Bugün bakınca sıfır kavramının bulunması bile muhteşemdir, her şeyin var olduğu ortamda sıfır tamamen hayali bir kavramdır. Tarih okumak ise fazilettir, çünkü bir buluş, bir bakış açısı ya da bir olay ancak onu ortaya çıkaran dinamikler anlaşıldığında kavranabilir. İnsanlar Newton’un yerçekimini bulduğunu bilirler, ama yer çekimi zaten vardır, o fark edip fiziksel ilke halinde ifade edebilmiştir. Peki, dünyada düşmekte olan elmalar tamamen bitmiş midir? Elbette hayır, doğru gözle bakarsanız dünyada aslında açıklanmayı beleyen çok fazla şey olduğu yerde durmaktadır, ama formatlanmış yaşam bizim gözlerimizi kör etmiş, aklımızı başlamıştır.

Son olarak yaşamın anlamını da sormak istiyorum size. Yaşamak, başlangıçtan sona ne anlama gelir?

Bunu ben de hep sordum kendime, biz ne için yaşıyoruz diye, verebildiğim tek cevap fayda vermek için oldu. Burada kast ettiğim fayda vermek elbette “insana dokunmak” tadında değil, ihtiyacı olduğuna inandığınız her canlı, görmeden gelemeyeceğiniz her durum, çok zorunluysa kendiniz. Bugünün yanılgısı azımsanamayacak bir gurubun kendini öncelemesidir, oysa esas diğerini öncelediğiniz zaman kısır döngü kırılır ve girdap durulur. Bu yaklaşımı daha uca taşıma şansınız da var, fayda vermeyi sürdürürken kendinize bir de arayış edinebilirsiniz. Dünyada bütün yollar sonunda Roma’ya çıkar diye bir söylence vardır, doğrudur, çünkü ilk gerçek yolları Roma yapar. Ama bunun alegorik karşılığına baktığınızda bir arayışın gerekliliği esastır, bende bu Mısır Piramitlerinin neden yapıldığını anlamaya çalışmakla ortaya çıktı. Sadece içtenlikli ve karşılıksız bir merak, dünyayı bir yere kadar anlamamın kapılarını açtı. Ben de boynumun borcu deyip devam edeceğim, anlattıklarımın oluşturduğu merak giderek derinleşecek, işbirliklerim artacak, karşımdakileri daha çok anlamaya, düşüncelerimi olabildiğince daha çok anlatmaya çalışacağım. Sonra bir sonraki kritik eşiğe gelinecek, insanlar, yaşlısı ve genci bir şeyler değil başka bir şey anlatmaya çalıştığımı anlayacak. O zaman ben de kendi yaşamımın anlamını gerçekleştirmiş olacağım.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Özel Haber